9 Mart 2009 Pazartesi

Kapı çaldığında

O an kapıya sırtımı dayamıştım. O kadar hızlı atıyordu ki kalbim, sanki kapıyı çalan sen değil de bendim. Sık nefeslerle, kendime hakim olmaya çalışıyordum. Fakat ne yapsam nafile, o an sadece yaşanmalı. Bu heyecan belki 2 saniye kadar sürebilecek bir heyecan ve o 2 saniye ne kadar uzun olursa o kadar uzun olmalıydı. Zili çalıyordun o esnada. Bense heyacanıma bir kat daha katıyordum. Hani derler ya, 1 saniyenin kıymetini ölmek üzere olan birine sor diye, aynısı o an aklıma gelmişti. Gülmek bir yandan, telaş bir yandan, güle oynaya ölüyordum sanki. O anı öylece ölümsüzleştirmeliydim sanki, çekilen fotoğraf ve basılan deklanşör olmamalıydı, çekilecek o son anım ve göz bebeklerimdeki son retina fotoğrafı olmalıydı. Sanki kopartacaktın zili ve sen ne kadar basıyorsan o kadar heyecanlanıyordum. Heyecanlanmak derken, korkunun işinin gücünün olmadığı ama ürkmek gibi: Hani annen sana vursa korkmazsın ama ona zarar vermekten ürkersin, o an seni kaybetmekten ürküyordum delicesine ama ikimizi ayıran bu ağaç garibanı bir kapıydı; ince ve uzun çizgi. Son basışınla zile, derin bir nefes aldığını duydum. O nefesle içine dolmak isterken bir nefesten olmuştum, ardından koşa koşa bir nefes daha aldım. İçime dolan daha serin fakat buza çalan bir nefesti. Üşüdüğümü hissettim. Bu sefer parmaklarını kırık kapıya vurdun. Bu sondu biliyordum ve bir bahane uydurmalı ve yüzünü görmeliydim:

Teslim oluyordum. Kapıyı çalan mahkumiyetti.

Hiç yorum yok: