Oysa yine küçüklüğümde yaşadığım hüzünleri bir kere daha yaşayarak geçiyordum o topraklardan. Herkes uykusuna dalmış bense, gözleri açık; beni hayata bağlayan ve bu kadar efkar zengini yapan küçük yalnızlığımın evrelerine göz atıyordum adeta. Otobüs o an asfalta basıp gidiyordu fütursuzca, bilmezdi veya bilemezdi ben o yollarla içimde dolup taşan gölleri ırmaklara ulaştırırdım, ah ki ne ah..
.Bilmezsin blog, bizim küçüklüğümde kaldığım yer bir KİT'in lojmanlarıydı, çok güzel bir çocukluğum vardı elbet ama akşamları herkesin eve çekildiği saatlerde ben odamda 15 km uzaklıkta ve o ova sofrasına oturmuş ışıklı zarif kente bakardım yapayalnız... Koşup gitmek gelirdi içimden, ama öylesi değil, sanki ben gittiğim gibi, ben de öyle ışıl ışıl olacaktım, orası cennetti veya büyütüyordu içimde ona kurduğum hayalleri. Belki küçüklük belki delilik şimdi çıkarması zor; konuşurdum sessiz sedasız. Cama yanaklarını yaslayıp, yeni öğrendiği bir şarkı mırıldanan, kendi küçük dünyası ve hayalleri de küçük bir çocuktum. Ne bilirdim, o ışıkların tek boyutu yok. Yıllar sonra ben de taşınmıştım o ışık kaynağına ama bu sefer o delice hayllerimi özler oldum, insanların orda alıştığımın aksine karşısındakinden sadece yararlandığı ve dost değil müttefikleri olduğuna acıyla kanaat getirmiştim.
Ve biz İzmir'e gidiyorduk. Her seferinde oturduğum camın dibinden kurduğum hayale yeniden daldım, bu sefer yanağımın yoldaşı bir otobüs camıydı. O geniş ova, o sadece bir bölgesi ışıklı geri kalan tek tük ışıkların sadece ona imrenebildiği o kara çarşaflı sofra, adeta bir denizdi geceleri. Kapkara sular kaplardı, güneşin ardından. Önce batıdaki dağların ardından güneş giderdi derinlere, bu sefer doğudaki birer parmak başı gibi yayılmış dağların ardından kara sular sızardı ovaya. Güneş battıkça, daha tazzikli gelmeye bağlardı karasular ve bir zaman sonra dağlar kaybolurdu içinde. Sadece ışıklı bir ada kalırdı ortalarda, albenili ve parlak. Ben divanın sırtına tersleme oturmuş ve yanağını cama dayamış çocuksa, o karasulara dalıp yüzmek isterdim o adaya. Boğulsan da bir amaç vardı ve o dört duvar arasından iyiydi, ki ben iyi yüzerdim oldum olası ve safça hayallerim boğulmamı engellerdi. Yanaklarımın haritasına bakardım yaptığım yanak-baskı vasıtasıyla, ardından yeniden bu ova denizinde yüzmenin hayallerini kurardım. Kimbilir ne balıklar vardı dibinde ve ben kimbilir ne kadar çok eğlenecektim... Gündüzleri o sofranın öte yanında eğitim gördüğüm okuldaki arkadaşlarımı düşünürdüm. O ışıklara bakıp yine seslenirdim onlara. Oysa daha gündüzleyin, bir servis görünümlü bir denizaltı beni onlardan ayırmıştı. Onlarlayken ayrılmaktan uzakken, onları öylesine sevmez öylesine özlemezdim. O yaşlarda, maddenin yokluğunun on
a değer kattığını, amatörden de öte bir filozof olarak, her gece daha iyi anlardım. Her sabah o suların gittiği gibi özlem de, sevmek de giderdi ve karada hoplayıp zıplayan, yarış atları olurduk. Kim kimi daha çok geçerse o kadar başarılı olurdu ama beni aldığım hiç bir takdir belgesi o gecelerde yaşadığım yalnızlığa ilaç olamadı. Ben hala içinde kapkaranlık bir deniz yaratmış bir Kaptan Nemoydum, Nautilus'um ise şu garip kalbimdi..Denizaltı hızla ilerliyordu, ben uykuların girdabında gerçekle hayalin çene kemiğine bağlı timsah ağzında karasularla birlikte; bir geliyor bir gidiyordum. Oysa bu deniz dünkü deniz'di, hala beni istiyordu bu histerik deniz; bense gerçekte o an, bir teneke yığının içinde giden, en hızlı atan kalbe sahip yolcuydum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder