fazla, yok insan, yok halklar, yok demokra'a'si, yok militarizm, yok barış, gibi bu mesele üzerinde sadece, afedersiniz, safsata kalan laflar ile açıklanmaktan kaçınılması gereken bir hikaye, çünkü öyle veya böyle, bu filmde anlatılan hikaye yurdun yüksek dağlarında yaşansa da, abartı olsa bile, bizi bir şekilde içine alan bir durumda, çocukluğumuzdan beri, ya yönetmeni olduk, ya oyuncusu yada kameramanı; bizi anlatıyor kısaca. Hatırlasana, daha düne kadar Anadolu'dan Görünüm diye bir programda, bu filmde anlatılanların sonuçları leş olarak gösterilip, resmi propagandaya maruz kalırdık, tek kanallı olaraktan. Neden böyle, neden şöyle diye büyümedik mi sanki, sanki bir zaman gelip ben neresindeyim bu olayın diye yadırgamadık mı yılların tortusu; önyargılarımızı?...Bana tutsak, yaşamıma hatta spotları, ben de orasında olmasam da silahın ardında yer almıştım bir zaman ve belki sadece şanstı; kahpe bir pusuluk, bir vatanseverlik safsatası hayat değerimin vebalinin 45 saniyelik bir haber olma nihayetinin kaderimdeki yokluğu... Şimdi izlerken de, ondan doluyordu gözlerim, dönüp silahımı arıyordum etrafımda, bir kan daha fazla katıp; birlikte kurşun sıkmak için, kardeşlerime, birlikte yaşayıp ölebilmek için, savunabilmek için mevzimizi. Yaşamayan bilemezmiş; bu lafı da sevmem, o zaman herkesi bertaraf ediverirsin bir çırpıda ve tekdüzelikten kurtaramazsın pek çok konuda, konuyu ve ayrıntıyı; ama kısmen öyle maalesef tecrübenin biricikliğine takılıyor herşey; gözlüklerimin ardında ağlarken ve gizli bir sinema salonun
kişi başı 8 liralık rahatlığında, kaçırmak o yaşları ve çaresizlik sonunda. Sanki film çıkışı silahı verseler dağa doğru'yu seçerdim, bu, yalnız ama ne mutlulukların beni beklediğini düşünmediğim ama umduğum hayatım ile sapağında... Hatta ve hatta, kanka ve devre olduğumuz kanka Adnan ile filmin çıkışı; s....m bu dünyayı, hadi kanka nerde içiyoruz diye yağmurlu ve soğuk dünyadan, mühimmatlar ile eve kaçıp içişimiz de sadece bu sapağın sanallığından'dı.................Dikkat SPOILEbiliR.......................
Filme gitmeden belgesel havası olduğunu söylemişlerdi ama benim bizzat savaşmışlardan dinlediklerime direk olup o söylenceleri gerçekleş'tireceklerini sanmıyordum. Film gerçekti, uydurma bölümü belki yalnız gerçeğin film'e sığmayan veya köşeli gelen bölümlerinin kırpılması ve yuvarlanması sırasında olabilirdi. Sadece filmdeki çatışma sahnelerinde o kadar yakın yürüyüş mesafesi ile ilerlemek bir yerde kayba açık hale getirirdi timi ve filmde resmedilen savaşmış ve hayatını dağlara vurmuş yüzbaşı gibi tecrübeli bir askerin bu hatası nasıl olurdu, çözemedim. Ancak elbet hata insan ile var olan bir silgi mastarı, ancak mastar bazen ölüm ile sıvıyabiliyordu hayatı; hakeza film de böyle başlıyordu: Bir tim'in Allah'ın unuttuğu bir karakola, kışın karlılığı ortasında, destek olarak yola çıkması ve yolda güpegündüz aslen benimde kullanıp özdeşleştiğim Ak-47(kaleşnikof) tüfeğinin modifiye edilmiş; süikast silahı hali ile yapılan uzun mesafeli atış ve timden 2 kişinin pisipisine avlanması ile. Derken o atış sırasında gizlenilen kayaların ardında yaşadıkları çaresizlik ve kaybın çatışma sonrası, ayağı buzda kayan bir savcının helikopter ile gelip ölümleri ve mermilerin giriş ve çıkış hallerini bir daktilo ile zapt'a geçirmesi.. Daha sonra yoluna devam eden kahramanlarımızın, söz konusu karakola (karabal karakolu) varması ve nöbetçiyi ve 12 kişilik karakolu uyuyor bulması ile şenleniyordu hikaye, benim de bizzat müşahade ettiğim üzere; nöbette uyumak, askerliğin kötü ve affedilmez bir parçasıdır.
Kim haddi olmadan uyursa, haddi olup da uyuyan arkadaşlarına ihanet etmiş olur, hele ki böyle düşük ama bir dolu fırtınası gibi anlık yoğunluğa sahip çatışma bölgelerinde, vatana ihanet gibi bir ihmaldir. Sonrasında yatakhanede karakol komutanı asteğmeni uyurken yatağına oturur halde uyandırmaya çalışan yüzbaşı ve onları bir güzel yarım saat sonraki içtimada kalaylaması ile vicdanları rahatlatması ve sen uyursan herkes ölür diyerek cezalı askeri affetmesi; 45 saniyelik haberin konusu olup, şehit olununca, al bayrak örtülü bir tabutun yapay ve anlık saygı dışında birşey olmayan mukadderatına değinmesi, ayrılınılacak sevgilinin artık hayırlı taliplerine bakacağını, anne gözü yaş'lı halleriyle soğuk havada buz gibi haykırması... Karda kışta, yaşadıkları telefon yani telsiz deneyimleri araya sızan pkklılar ile konuşmaları ile sürüyordu film sonrası. O bölgede pkklı grubun elebaşı hacettepe tıp 3.sınıf terk doktor lakaplı militan ile bizzat yüzbaşının eşi ile hasret dolu konuşmalarına sızması ve yengenin yanına git komutan diye telkinleri ve yüzbaşının yolculuk esnasında kaybettiği askerlerinin intikamını görmeden bir yere gitmeyeceği cevabı ile nefret doluyorduk istemeden olsa da. Filmlerin en büyük anlatım avantajı, seyirciyi yanına çekmesi ve ona o andan itibaren, sanki onun başından geçen hikayeyi yine ona anlatıyormuş gibi kılmasıdır ya, bu filmin, ki türk izleyicisi üzerinde bu avantajı zaten baştan vardı, bunu iyi başarıyordu, biz de bizzat o asker gruptan biri olabiliyorduk. Her neyse, karakolun mevzilerini güçlendirme ve kar-kış sonrası baharda olması nerdeyse kesin saldırıya hazırlık ile geçiyordu bu süreç. Tabi askerlik, içinde insan olduğundan tek yönlü düşünülemeyecek bir hadise idi, bu askerlerin sivil yaşantıda bekleyenleri vardı, askerlerin henüz yeni yetmeliği, sivilde sevdikleri, anneleri, babaları, aşık olunan ve açılınamayan sevdiklerini falanca teyzeden telefonda isteyerek, onlara bakkalın oğlu nun görücü geldiği haberlerini almaları ile dolduruluyordu, insanlıklarının ayrıntısallığının altı. Ben askerdeyken de öyleydi, yine öyle. Sadece telefonda ağlayan sevgiliye, ağlamasın ve yine ben arayım diye alınan ve kargo ile sevgililer gününü 1 gün geçe eline ulaşması sağlanan telefon gibi, her ne kadar askersen de insandın ve dışarda gürül gürül
bir dünya* akıyor geçiyordu, sen ölmüş olsan hesapta; yine akıp geçecekti gamsızca... Yüzbaşının yarım yaşamına da değiniyordu film bir yandan, hadi kalanlar bir şekilde tezkereciydi de, bu adamın da bir hayatı vardı, eşi, insanları, istekleri vardı, diğer dağa çıkıp vatan hainliği yapan gençler gibi ihmal unsuru bir hayatı; es geçilen... Hatta bir gün not alırken önündeki ajandaya, arkasında çapraz tüfek duran aslen bankacı asteğmene, bana krediyi teminatsız vermezseniz, bu dağları teminat göstersek olmaz mı, benim hayatım, bu dağlar deyişi ve arkasındaki grubu savıp, yanında nöbet bekleyen askeri kendine çay getirmesi bahanesi ile uzağa yollaması sonrası ajanda ve kalemi, teminatsızlığının asteğmence demin yüzüne vurulmasına kızgınlığı ile yere çalması, önemli bir ayrıntıydı, her ne kadar mesleği askerlik ve görevi gereği insan öldürmek zorunda kalan bir 'insan' olduğuna bir işaretti, filmce verilen. Ayrıca da bir gün pusuya çıkıp biri ölü biri sağ iki ele geçen militanlardan sağ olan kadın militanın karakola getirip, tabip asteğmen'e kan kaybını önletip, boğazını sıkarak, doktor nerde diye ağzını havasızlıktan köpük köpük hale getirişi ve kulağına öldürdüğün askerlerden biri daha yeni araba almıştı, eşi vardı çocukları diye fısıldaması, acımasızca sorgulaması s
onrası, komutanım etme eyleme diye elinden almaya çalışması ile bu sefer asteğmeni altına alması ve yaşadığı sinir krizini resmedişi bile onun insan oladuğuna kanaat getirtiyordu bir yandan. Filmin sonlarına doğru, gecenin köründe, film başında karakolu sessizce basması gibi, aynı asteğmenin yatağına sokulup, sizce bizde hiç vicdan yok ve bırakıp gideceksiniz bu dağları ve yarın beni yargılayacaksınız bu yüzden, olsun deyişi de lafı gediğine koyuyordu, yok açılımdır yok ergenekondur, yok fasadır yok fisodur diye bir insanın canından daha kıymetli olamayacak hadiseler arasında sallanan ve beyin sulandırma şüphesine yol açan yapay gündemimiz'e. Ne dersek diyelim, bir insanı şuursuzca öldürüp sonra ben özgürlük savaşçısıyım, diye ötmenin bunca barış, kardeşlik ve demokra'a'si laf-ı güzafı arasında nereye konacağını şahsen ben de bilmiyorum. Dediğim gibi beni, o silahların bir parçası olarak düşünürsek, bu noktada sağlıklı bir çıkarım yapamayacak kadar batmış da olabilirim öznelliğe, ama evrensel mantık gereği kim dağların kanunu uygulamaya kalkarsa, yine onla yargılanır ve yargılanacaktır; etki tepki ile buluşuveriyor sonunda. Her neyse, filmin sonu yine aynı insanlık icraatı ile bağlanıyordu: Gecenin bir vakti, gözünü a.. koduğumun bakkalı diye açan bir asker, telsizciyi u
yandırıp, elini eteğini öpeyim bir tel açalım, bakkalın oğlu tarafından istenen bizim kızın evine diye ortalığı kolaçan ettirip, telsizciyi kandırması ile geliyordu. Telsiz odasında telefonun bağlanmasını beklerken, bizim kanka Adnan ile acaba bunun yönetmenin vermek istediği ilahi bir adalet olduğu dersi yada baskın için bekleyen eşkiya grubunun bizi farkettiklerini merkeze bildirecekler tedirginliği ile ateşe başlamaları nedeni üzerinde yaşadığımız fikir ayrılığına konu olan, kafasına bir mermi yemesi ile başlayan baskın ve akkoyun ve karakoyuna bağlıyorduk filmi. Birden uyanan ahali ve ağır rpg(rus yapımı bazuka) ve silah atışı'na maruz kalmaları ve çatışmayı, saldıran grubun istediği şartlarda kabul etme zorunluluğu ile 20 küsür kişiden 3 kişi'ye düşen mevcut ile karakolun savunulması ile nihayetleniyordu. Bütün ödenecek hesaplar ödeniyordu aslında sonunda, ama o kadar insan ölmesine rağmen
mevzi terk edilmiyor ve karakolun önündeki, mermi manyağı olup kırılan, atatürk büstü kucakta da olsa yerden kaldırılıyordu. Biliyorum, böyle anlatılınca, epik kalıyor, saçma kalıyor, ve propaganda unsuru olduğu çok belli sahneler gibi tınabilir kulaklarda ama, savaşmak birazcık da mecazdır, kimse yoksa gecenin vakti parçası olmayı düşünmemiş olduğu bir çatışmanın ortasında kalışını bir propagandaya sarar ve çaresiz kalan mantığı insanüstü ideolojilere sığınır. İşte bu nedenle, filmi izleyen biri olarak gözümde sırıtmadı, aslında kendimin bu değerlendirmeleri yaparken sorunun bir parçası olduğum gerçeği de kabulüm, hayatımda izlediğim en iyi savaş filmlerinden olacağı gerçeğini değiştirmeyecek bu peşin öznelliğim.Film sonrası, hepimize dağıtılan bir batılı ve sivil olarak bu soruna bir taraf olma yeleklerini giydik istemeden, ama askere gitmeden önce, sürekli sorgulayıp yendiğimi düşündüğüm içi boş mazoşist vatansever söylem ile, aslında gerçeklerin o kadar kusursuz olmasa da varolduğunu bilmek ile yüzleştiklerim ile karşı karşıyaydım nemli gözler ile. Orada, o hikayenin ilhamı pekala ben de olabilirdim, 45 saniyelik bir haber sonrası, Ankara'nın abidik gubudik gündemi ve magazin içerikli haberlerin bir öncülü olabilirdim; marifetim sadece varlığından emin olamadığım talih... Sonrası saat 3e kadar bilgisayar başında içmek ve yüzleşmekte olduğumuz askerliğin bulandırdığı beyinlerimizi bulandırmaya devam etmekti, uzun zamandır alkol almıyordum ama çarpmadı 3 bira. Ağlatsa da güzel geceydi, misafir ağırlayıp, sevgili ile buluşma iddiasıyla saat 12ye varmadan saat çıkıp giden misafir ile başlıyorum güne.
* ard- arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana
bir bu yana...
Ahmed Arif
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder