21 Ekim 2009 Çarşamba

Misafir Terliği

İİki gündür nette etkisiz eleman olarak varlığım sürse de, yok ile eş, olmayan köşemi kaptırmış gibiyim. Ne bir kaç paragraf ne bir cümle, zaiyatı büyük geçen günlerin ve düşmemiş gölgesi ışığının vay ben neyleyeyim, sayın blog. Her neyse yalama faslını geçip asıl meseleye gelelim, na'mevcut bünyenin sebeb-i iştigali anlaşılsın, tarih bir eksi daha kaldırsın hiç olmazsa; adımın yazılı olduğu kara tahtasından.

Geçen gece(yazar burada pazartesi gecesinden bahsediyor), vampirli ve müstehcen içerikli bir dizi izleyeyim derken, önceden burda eğitimi olduğu konusunda bizzat bilgilendiğim bir arkadaşım'ı aramak geldi aklıma; keza ne yapıyordu, nerelerdeydi ve benden izinsiz ve benden bağımsız; benim kara sularımda yüzmek ne cürretti... Aradık, kendisi telefonunu açamadı, Allah var ya, ben de dedim alemlere akış söz konusu, ben bizzat yok olayım o gecesinden. Sonra başka bir arkadaşı aradım ve aradan zaman ve sahneler geçtikten sonra telefonum çaldı yeniden ve her zamanki gibi reddedip, ben aradım akabinde(Avea sınırsız). Meğerse o, telin çalması sırasında, kendisi benim bir fi'tarihinde ramazan günü, azraile yaptığım hazırlığın olduğu günün bir temsili canlandırmasını yaparmış. Altlı ve üstlü sıvı kaybı ve yalnızlık, kendimin de tecrübe ettiği üzere çok tehlikeli bir süreç'ti. Her neyse, dedim biraz hava alalım istersen, iyi gelir. Hakeza psikoloji o an'ın en etkili aracıdır, gerecidir, insan sapasağlam olsa da, moral değerleri dibi görürse, bütün hastalıklara buyur edilmiş gibi olur. O da, valla olmaz, odadan değil dışarı çıkmak, yatak ve wc arasında mekik dokuyorum deyince, kaderine razı oluş belgeselin beğenilince devamını çeken bir yönetmen gibi, iyi geceler ve sıhhatler dileyip kapadım aloyu. Ama içim rahat etmedi, benim geçmişte yaşadığım ve it gibi bir kenarda ölebilme semalarında gezindiğim deneyimim aklıma takılı kalmıştı adeta. Almira Hotel neresiydi kardeşim, nasıl gideceksin hem saat kaç olmuş, kız hasta demedim, zıpladım evdeki kalan son 2 patatesin filizlenmeye yüz tutmasına aldırış etmeden ama bizzat traş ederekten, kaynar suya atmak sureti le haşlanmaya bırakıverdim, şu Avrupa kıtasına çıkışı Amerikadan kalkmış bir korsan gemisinin İrlanda açıklarında batması ve karaya vurması ile gerçekleşmiş nişasta depolarını. Bir yandan da, evde geçen tecrübe sonrası kullandığım ilaçları hazır ediyordum. Kaynamalarını beklemek de pek sabırsız bir süreçmiş, hakeza ne kadar uğraşsam da pişme etkisi derinlere ulaşamıyordu; fakat ben zaman ile yarışıyordum. Her neyse, çatalın gidebildiği kadar derine gitmesi ile piştiği yada geri kalanı da midesine pişer, anlayışına kavuşunca sıkıca giyinip yolu tuttum. Tamam da, belki hakikaten yataktan çıkabilecek bir hali yoktu, o bakımdan haber vermek gerekiyordu, teldeki ses titrek ve yalnız tınıyordu kulağıma ve o an bana en mutlu şarkıyı söylese, ben o an hangi yakının cenazesi diye sorardım; bu bakımdan durmadım duramazdım, deliliğe vurduğumun da farkındaydım ancak benim düştüğüm durum, gözümün önünden gitmiyordu, o an, o da, o durumda olabilirdi; en azından hareketlenmeli ve ölü toprağını atmalıydı üstünden. Kent meydanına taksi dolmuş ile gidebilirdim her burjuva gibi, ancak ben devrimci bir çılgındım; yürüyerek, sırtımdan ter dökerek de olsa, ona ulaşmalı idim; her devrim acıyı hak ederdi. Yarım saati biraz aşar halde yamacına vardım otelin. Ancak karşımda kocaman bir şehirler arası bir yol vardı, ben de kalbimdeki pusulanın yönünde devam ederek o iğrenç fransız filmindekine benzer alt geçide varıp, karşıya geçtim. Tek çağrı ile aşağıya çağırdım sayın kahramanımızı. Ancak gelene kadar kapıdaki 2 tane görevli ile gözgöze gelmemeye dayalı bir göz temasımız başladı. Elimde beyaz bir poşet ve pekala bombacı muamelesine tabi olabilirdim, ama Allah'tan çok kıllanmadılar. Derken misafirimiz gelmişti, şifacı bacısına sarıldı ve lobiye oturmayı teklif etti, ki bir devrimci, hiçbir kapitalist şaşasının yanında duramazdı; sokaklar vardı ve bizimdi; kimsesiz olan ne varsa bizimdi ve biz de onların, adanmak ve adamak bu olmalıydı, tatlı su devrimcisi bir adamın kafası bu kadar basıyordu, o da itiraz etmedi vesselam; biz kent meydanına gidip, karanlık ve gündüz çağlayan havuz fıskiyelerinin dibine oturup, onun patates yemesini izledik. Pişmeyen kısımlarını atsa da, midesinde pişen bir sürü gelişmeden bahsetti. Hayat ve aşkı arasında sıkışıp kalmış, ikisini bir araya getirmek ve yüzleşmek için çabalayan bir kadın vardı karşımda. Hemcinsim olmasa da, aynı hastalık konusunda olduğu gibi ben ile aynı üreçten geçiyordu adeta. İnsanlar farklıydı, şartlar farklıydı, iklimler dahi farklıydı ama pekala sıkıntılar aynı olabiliyordu ve tam tersi istikamette bir insan ile hayatını birleştirmek kendi hayatına yapacağın bir işkenceden geçiyordu bazen ve ne olursa olsun japonlar henüz hayatları birbirine yapıştırıp birleştiren bir yapıştırıcı yapamamışlardı. Doğrusu lafı uzatmanın da bir manası yoktu o an, ona biraz daha hava aldırıp o matem ve hastalık dolu halinden alıkoymaya çabalıyordum, ama sayın uğraş mevzusu onu otele geri götürmeye mecbur etti. Ve yine aynı garabet alt geçit ve yine, fakat bir kişi fazla olarak; ben ordaydım. Her neyse, misafir sanatçıyı bıraktıktan sonra beni hızlı adımlar ile, uzun bir yol sevecekti; hem de adım adım ve rüzgarlı ama şefkatli ve sıcak. Kimsesiz sokakları yeniden, kendimle özdeşleştiriyordum, sadece orada olmayı keyif bilen ama orda mecburiyetten olan biri olarak; bir duvar yazısı gibi, yağmur yağsa da orda kalan bir ayrıntı idim.

Ertesi gün buluşalım diye sözleşmiştik ama önceden geldiğindeki gibi haftasonu değildi bu sefer. Ben taa 19'a kadar çalışıyordum, derken koptuğum gibi o kıyafetlerden sıyrılmak üzere eve attım kendimi. Ancak, bir de usb olayı vardı. Her zamanki gibi kendi tattığım zevklerden insanlara da tattırma güdüsü casus bir yazılım gibi benim makina da çalışıyordu adeta. Elimdeki 8 gblık usbyi dolduramadan götürmek zorundaydım, bekleniyordum; 6 film'e yetti vaktim. Derken Sönmez'in önünden dolmuş taksiye kadar hızlı yürüyüş ve taksi dolmuşa mecbur kalış ile, buluşma noktamız olan kent meydanına ulaştım. Ancak, bu sefer yukarı gel bir şeyler yiyelim cümlesi ile KFC'ye oturup, hayvansal gıdamızı aldıktan sonra, oradan kopuşa geçtik. Misafir ne derse oraya gidilmeliydi, hatta bunun için alternatif mekan araştırmış bir kaçında karar kılmıştım, ama pastoral takılmak tercihinde yalnız kalmadığımı anladım; Kültürpark'a çevirdik rotayı. Yemyeşil ve dingin akşam hali ile huzurlu bir hal vardı içeride ve ben de misafirimi sakinleştirmeye çalışıyordum; bir yudum hava transferi, alamadığı nefesin bu kentteki alacak kaydına imza atmaktı amacım. Dolaşmaya başladık temiz hava muhasarası altında, bir merdivenin soğuk bir köşesinde o sigara içti ben de hayatın bir kereliğine karıştım gittim. Her şey bir kereydi ya, o oturduğumuz soğuk taş da bir taneydi, o parkta, tenimize değen serin hava da; hatta o anı yaşayan biz de, hiç bir şey bir sonraki vakte emanet edilemiyordu, ne yapılacaksa akla gelindiği anda yapılmalıydı. Yeni kararlar arifesindeki dostuma, ne isen osun ve o olacaksın, o'na uyar kararlar ver diye öğütledim özetle. Derken sigarası bitti ve salak ve çocukça gelecek plan tartışması ile ayaklandık o köşeden. Derken çantasından, Japonların icad edip, Çinlilerin İngilizce öğrettiği fotoğraf makinasını çıkardı: Zaman ayarı varsa birlikte çekilelim, arkadan Bursa'nın ışıkları da kadraja dahil olsun fikri oluşmuştu sahibinde o makinanın, ancak makinada zaman ayarlı çekimi yine o sahibine, anlatacak yeterli bir dil yoktu. Ben de katıldım curcunaya ve çözdük derken. 10 saniyeye kurup, fotoğraflar çekindik birden. Aslında fotoğraf çekilmekten çok, çekmeyi severdim, her fotoğrafın en komik çıkanı olaraktan, ama misafirdi ve ben de o makinaya misafirdim, elden bir şey gelmedi; ne rol biçildiyse oynadık alimallah. Ordan bir kaç şarkılık bir yol sonrası, Orman Aile Çay bahçesine oturduk. Kentmeydanından bu yana içime oturmuş kuyruk acım olan, hesabı bir bayana ödetme durumu orada üstümden atacaktım ama misafirim kapüçino istiyordu ısrarla. Her yeni girilen yerdeki bayan ritüelini uygulamak üzere, wc'ye gidince kahramanımız, borcumu ödemek üzere kapüçino söylüyordum, ben de maden suyunda karar kılıp, her ikisini de beklemeye koyuluyordum; hem beklenileni hem de bekleteni... Kapüçino yerine nargile gelmesi ile mavi ekranlı bir dumur edinince, garsonun kapüçinolu nargile dışında içinde kapüçino olan bir şeyleri olmadığını ötmesiyle, sıkıntım katlanıyordu. Her nasılsa, misafir geliyordu ama kara haberi tez olarak duyurup, kararı salep ve su olarak değiştirtiyordum. Sonra muhabbeti koyultuk haliyle ve sıkıntılarını da. Küçük bir ilçenin büyük şeyler isteyen bir sakini olarak, kendini bir kutunun içinde kısılı hissediyordu ve sevdiği bir film gibi tekrarını da mecburi izliyordu her seferinde. Hem istemediği şekilde giden aşk hayatı hem de iş hayatının taşınamazlığı, derken geliştirdiği istekler ve İzmir'deki üniversite yaşantısının alışkanlıkları ama öğrencilikte kalması; onu fazlası ile depresif bir hale sokuyordu. Baktım olacak gibi değil, sadece sorun anlatmak ve çözüm dışındaki her seçenekte gezinirsek, bir ağlama sekansı ile sonlandıracaktık geceyi, ayrıca da fırsatların hayat ile kesişiminde yaşayan bir varlıktı insan, kesişimden ne kadar ayrılırsa insanlıktan da o kadar çıkıyordu esasında. Bunca lafın arasında sadece beklentileri ile hayatını uzlaştırmak zorunda olduğunu anlattım ona ve kendi takımının hem kaleci hem oyuncusu olduğunu ama tek olduğunu anlattım. Sürekli kendini üzerek, yapamayacaklarına ümit bağlayıp sadece vakte kıyardın, kıydığın vaktinin de maalesef tekrarı yoktu. Bunca konuştuktan sonra baktım gözleri doluyor, ona keyifli şeylerden bahsetmeye koyuldum da, bende de kalmamıştı, ceplerim bomboştu. Çoğu zamanını depresif geçirdiğim hayatımda, kendi kaderimle yaptığım barışın savunucusu bir çiçek çocuğuydum ben, sadece, mutluluk varsa onu ben çıkartmaya çalışıyordum bu barıştan, zaten. Elim telefona gitti ve gönderilmiş ögelerde sakladığım bir kaç şiir görünümlü mesajı okudum ona ve o an suratında, ne kadar andaval olsa da insan, bir le magnifique* halinin oluştuğuna fransız kalamazdı. Israrını kıramadım, ona da yolladım bir kaçını. Bu şiirleri yazan erkeğe kul köle olunur vecizesinin de icadı bakarsan o yıllardır, tarihe neresinden baksan bu öyle sırıtır orada, ama ben zaten kul köle vaziyetindeydim, sadece güldüm geçtim o lafa; utangaç bir kırmızılıkla. Her neyse, kalkış zamanı geliyordu, zaman 22.00 aşmıştı. Wc'ye zorunlu ziyaret yaptım onun da kalkar ayak ziyaretini fırsat bilerekten ama maalesef önce çıkamadım, kahramanlar tuvalete gitmez mottosu Hollywood piyasası nezdinde çöküyordu, süperman de olsan illaki çıkartıyordu insan. Ordan otele bırakmak üzere uzun bir yürüyüş yaptık, bol muhabbetli ve gülücüklü ve yine Kentmeydanındaki kimsesiz koltukların mavi ışıklarına emanet bir mola ile. Otele giderken yine o bedbaht tünelden geçtik ve o iki görevli bizim vedamızı izledi bedavadan, bomba patlamamıştı umarım rahatlamışlardı.

Eve yine aynı hızla döndüm, sıcaklamıştım ama soğukta kendini hissettiriyordu. Yorgun bedenim dayanamayım, savaş meydanını generala uykuya bıraktı yeniden.

Bir yudum da olsa, yaşamanın ve acıların tadına baktım yeniden. Şarap gibi her şey, başta acıtsa da, sonra kokusu yada tadı yadırganmıyor, alışılıp gidiyor.

* Fransızca, muhteşem (Ç.N)
.

Hiç yorum yok: