soğuk düşüyordu, kar yağıyordu; ama öyleki-kafamı kaldırıp bakamıyorum göğe, nerden geliyor bu beyaz ve soğuk kepekler diye. postal donmuş, içinde ayaklarım üşüyor. ve ben, o soğuğun üşüyen bekleyeni, her şeye sadece tanık olmak için orda olmakta olan gereksiz; olarak; çapraz tüfek komutanın odasındaki türküleri dinliyordum ben.
aynı ben elinde kumru ile, cumhuriyetten yorgun körfeze bakış atarak yalnız bir öğle yemeği yiyordum. deniz kollarındaki uzun köpürmüş tüllerin arasından ağarmış elleri ile okşuyordu meydanın betonlarını; orada ne işiniz var der gibi. kulaklarımda walkman denen icat, kulağımda bir şarkı ile dublaj yapıyordum denizin meltemine.
aynı meltem çocukluk arkadaşları ile, o lojmanların arkasındaki su deposunun altındaki yükseltiden kente bakarken vuruyordu yine yüzümüze. büyüyorduk, kimliklerimiz gıcırlaşıyordu; artık eskisi gibi kavun çalmak yoktu o duvarların ardından, bizim olmayan tarllardan, böyle yukarılardan kente bakılan kentsoylu aristokrat bakışlar vardı yüzümüzde. gülüyorduk, samimi, ama büyümüş, koskocaman erkek ve kadınlardık artık. aynı havayı alıyorduk yine yıllar öncesi gibi, ama farklı çıkartıyorduk, farklıydı verdiğimiz nefesler.
aynı nefesleri, beni uğurlamaya gelen sevgiliye bakarken tren camına buğu olarak çiziyordum. görüntü grileşmişti, her nefes alışımda elimle temizliyordum camı. tren kalkmak bilmiyordu, uzadıkça, o işkence daha da büyüyordu gözümde. acı çekmeyi, çektirmeye tercih eder hallerim, daha beter bastırıyordu omuzlarıma. camı silerken, kızın gözleri daha doluyordu. daha buğulanıyodu. sol omuzdan kalbi keserek sağ leğen kemiğine sağ elle yapılan, seni seviyorum hareketi, artık sıkmıştı. aynıların tekrarı ve bu işkenceci durumum üzüyordu beni. ısmarlama da ağlanamıyordu, çok pahalıydı göz yaşlarım.
aynı yaşları, 'şimdi çok yalnızım kal benimle, o kapıyı kapat elini ver bana' kısmını yazarken tanju okanın kadınım şaheserinin sözlerinin, yaz yağmuru gibi dökülüyordu cep telefonuna. burnumu silmeye çabalamam ve cep telefonuna satırları girmeye uğraşmam, sekteye uğratırken bu duygusallığımı, mesajın sonuna ağlıyorum aşkım diye de ekliyordum istemeden. hıçkırıyordum öte yandan, sanki sevgili demin gitmiş, bu sıcağı sıcağına dökülen yaşlar, ayağının kaldırdığı tozları yere indiriyordu; gönül dükkanın. dizlerimin arasına eğip ağlıyordum, kafamı.
aynı kafamı, yine Kefken'de silah ile saydırılırken eğmiştim, kavga ediyoruz diye korkutmak amaçlı sıkıyordu ordaki bir genç. henüz 16 yaşlarındaydım ve ilk defa bu kadar yakınımda tabanca atılıyordu. silahın gözümdeki değeri iyice azalmıştı, bu kadar yakınındayken ve bu kadar kolay sıkılabiliyorken havaya ve cana bile mal olabilecekken, hiçbir şeyin kıymeti kalmıyordu. sağır edici sesleri, sonrası çınlama almıştı kulaklarımı. ne gerek vardı diyordum, ne gerek var lan itoğlu it!
kurtar beni bu dertten, çıkar o itoğlu iti diyordum hasta bakıcıya, hem korku hem de sempatik bir hava yaratabilmek için. sol ayak başparmağı davul olmuş, iltihap gırla gidiyor, tırnak geçmiş ete. tek çözüm çekilmesi demişti doktor, biz de çektirmiştik geçmişte; ama ne faydaki yeniden çıkan tırnak aynı yerden ete saplanmıştı tekrardan. daha sonra bir tanıdık vasıtası ile tırnağın yarısının alınmasının ve gelen tırnağın da ete batmadan düzenli seanslar şeklinde yaptırılacak pedikür mağrifeti ile kaldırılmasının tek çözüm olduğunu duymuştuk. aynı düşünce ile yarısını çektirecektim tırnağın.kocaman bir iğne küçük parmağa vuruluyordu ama canım yanıyordu, tam vuramadı hatırladığım kadarıyla. ama uzun makası ile bodoslama dalmıştı tırnağa ve canım yanmıştı. heleki gözünün önünde bunun yapılması ve canın bir parçasının bu şekilde alınması kadar trajik bir durum yoktu. kan aktıkça üşüyordum.
üşüyordum. ayaklarım üşüyordu postalın içinde....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder