4 Haziran 2009 Perşembe

Uykusuz

Uykularım yok denecek kadar az. Çok uyumayı özlüyor da değilim. Dolu dolu bir hayata özendim çünkü, uyku bunun için gerekli dinlenmeyi sağlaması dışında işlevsiz benim açımdan. Ama ondan bağımız da olmuyor, beyin fonksiyonları ideal saatlerde uyku düzenine o kadar bağlanmış ki, hür kalmak için yapılan her teşebbüsü muhatabına zehir ediveriyor. Gün içerisinde fiziksel açıdan zor duruma düşülebiliyor, tabi kendini terk edilmiş hissetmek ve onun öncesinde yaşanan aşırı sinir, elde edilebilecek bütün getirileri bir kalemde silebiliyor. Uyku şart ve ben onla barışmalıyım.

Aklıma yine uykusuz bir anım geldi yine. Askerdeyken kod xxx parolasıyla aldığımız emri gerçekleştirmek için yol araması için daha gün doğmadan transit'e atlamıştık. Sırf sabah yoklamalarına ve içtimalarda bulunmamak için ahçılık yapan, sivilde elektirikçi olan arkadaş da, komutanın ona gıcığı yüzünde o sabah o göreve dahildi. Homur homur söyleniyordu. Hep beraber ilçeye giden sapağın da berisinde arabayı kenara çekerek mevzilendik. İlk olarak, bir kişi arkadaşlarından ayrılıyordu ve ellerinde götürdüğü trafik işaretlerini gelinen ve gidilen taraflara bir bir diziyordu. O görevde ilk sıra benimdi. Zor birsıraydı bu, hem hava soğuk, hem de uykulusun ve elinde Ak47, mermili şarjörlü ve tabi hücum yeleğiyle üstünde 2 tane daha mermili şarjör... Nerden baksan 15 kg var hepsi ve ellerinde trafik işaretleri... Her neyse, sıram gereği bekleyip dönmüştüm. Komutan içerde keyif yapıyordu, öyle ya üşümeye gerek yoktu çünkü henüz ortalarda durdurlacak araba yoktu. İstediğin kadar sinirlen, ne halta yarar; sıkıyordun dişini-bu da bir bakıma bana askerliğin kazandırdığı en önemli kazançtır, sabırdır, daldan düşmeden tatlanabilmektir... Dönüş sıram geldiğinde komutan lütfedip çağırmıştı, sıradaki arkadaşla elimdeki tren kondüktörlerinin gelen trenlere dur diye salladığı ağzı çukur olmayan düz kaşık benzeri işareti ona yarı yolda teslim edip, diğer transit yanında donan arkadaşlara icabet ettim. Şafak sayıyorduk, dönüş yakındı. Gün doğumunu karşı dağlardaki bir çiftlikten bir horozun ötüşünün yanıklığıyla tadıyordum. Halbuki kimbilir kaç sabahı ben o saatlerde yatakta uyurken öldürüyordum.

Hayat heryerde akıyordu. Olumsuz da baksan, ilerliyordu. Kapılarını kapatırsan senden vazgeçmiyordu hayat, sen ondan vazgeçmiş olduğunu sanıp kendinden feragat ediyordun. Bitmiyordu hesaplaşmalar; hayata yenilmek diye birşey katiyetle olmuyordu. Yenildiğin sadece moralin oluyordu. Hatta aynı yerde askerlik yaptığımız ama tanımadığım bir erin kafasına G3 mermisi sıkarak beynini dağıtması da, onun için bir son olsa da benim için olmuyor; hayat sona ermiyordu. En basitinden birer yapraktı canlar, her yaprak o kadar narin ama o kadar da göğe bakıyordu. Gün gelip sararıyor, kopup düşüyor, ama en olmadı; yine ağacın altındaki toprağa karışıyor, bir zaman sonra agaca nüfuz ediyordu bir şekilde. Küsmek, darılmak diye birşey yoktu, sen kendine koyuyordun o kural sandığın zırvaları. En narini de olsa hayatın, bir gün başkasıyla kesiştiği yerde yeniden sararabiliyordu pekala, sana acımak diğerlerine acımaktan farksızdı o açıdan, acıdıkça sadece vakit kaybediyordu insan. En kötüsü kendine acımaktı, varlığını varlığına emanet edeceğin başka canlar aramaktı. Kimse seni sen yapamıyordu, sen kendi yolunu çizerek yanlışlarınla varoluyordun. Üstelik bu yalnızlığını bir kaç limanda da dinlendirsen, yine aynı sen bir şekilde açılıveriyordu dalgaların arasına. Her liman biraz vakit kaybıydı halbuki, tayfalar denizden nefret ederdi oldum olası. Bak şimdi yine bir başka limandayım diye söylüyordun aynaya bazen, ama ayna kayıt edemiyordu yüzünün o gülen halini, daha sonraki göz yaşı döken halini sana gösteremiyordu o bakımdan. Hatırlamak insanın boş zamanlarında en büyük arkadaşı oluyordu ama hatırladıkça unutluyordu adeta, yerine yenisini dikebildiğince yaşayabiliyordu elleri ve ayakları, hatırladıkça yaşadığını sanan aklı aksine... Bugün burada yapayalnızsan, yarın tanıdığın ve aralarında kaybolmayı çok sevdiğin bir kalabalıkta olabiliyordun, ama o zaman unutmayı yeğliyordu aklın herşeyi. Sen sen olduğunca vardı herşeyin üstüne, sen olmadan edilen bütün dualar karşılıksız; edilen yeminlerin arkası yazılıyordu. Kendini herşeyin ortasında hissedip statik kalınca da, bütün yıldırımlar seni buluyordu paratoner gibi. Onlara dayanamıyordun, ortasından kaçmak istiyordun ama dalgalı seyrin acemi kaptanıydın, her dalgada daha da tecrübeleniveriyordun. Sıkılmak, niyet bozmak boşaydı, ya batacaktın, ya çkacaktın onca dalga arasından... Bir dalga olup da başkalarına çarpıp batırmaya çalışmak da ihtimal dahilindeydi elbet, ama bunu tercih edersen sen yoktun artık sen alaledeydin. Tez olmadan antitez olmanın dayanaksızlığında yaşardın, ama bunca emeğin yok olsa bile yenilerini koymak elbette gerekiyordu hatta şarttı...

Silah elimde namlusu ensemin yanındaydı. Kimbilir o tüfek kaç canı almıştı, bir teröristin elinde olup içinde bulunduğum ordunun bir mensubuna kurşun sıkmış mıdır diye hep düşünürdüm. Elim silahı dengelerken, işaretleri topluyorduk ben ve arkadaşlarım. Sonra atlayıp transite, karakolun yolunu tutuyorduk. Herkes birbirinin omzuna kafasını koyup uyukluyordu, adeta bir erkeğe yaslanan kadın gibi, ki bu adamlar bir kadın hülyasıyla onca gün şafak sayan adamlardı...

Ben de onlardan biriydim. Bayağı.. Hepsinden herhangi biri. Beni farklı kılan sadece anlatıyor olmaktı, yıllar yıllar sonra sana bunları yazacak olduğumu bilmeden kurguluyordum o transitte uyuklayan gözlerle...

Hiç yorum yok: