8 Nisan 2009 Çarşamba

Rapor

An itibariyle eve girebildim be blog. Büyük dayımlarda(annemin dayısı yani), annanem dedem ve ben bir yemekteydik. 4 kişi hep beraber geçmiş günlerini dinleyerek bir gece geçirdim. Yemekler nefisti, sanırsam kilo alıyorum ama nasıl olsa annanemler gidince vereceğiz. Hem nasıl olsa spora başlıyacağım ya sanırsam seni boşlayabilirim-en azından bir yazılık ve daha sonra 2 günde bir yazı yada bakarsın, daha gaza gelirim. Ben zaten, ne zaman yorgun olsam yada aç, uykusuz en duygusal anlarımı yaşıyor oluyorum, tabi yorulmuş ve per-me-perişan hallerdeyken içimden belki yazdığım en güzel şiirler dökülüverir...

Her neyse, dedem ve büyük dayım akşam namazlarını kılıp, rakıya dadandılar. Biraz tezat oluyor ama, o manzaraya da başka şey yakışmaz yahu... Dayımın ev manzarası da bayağı iyi yani, tek kusuru doğumevinin bir hayli onun önünü kaplıyor oluşu... Fakat güzel diyebileceğim ve en azından az sıkıldığım bir yemekti. Büyükleri bilirsin habire nasihat felan derken sıkarlar, ama benim nasihatlik bir durumum yoktu sanırsam. Zaten dün ben işteyken bize gelip annanemi ziyaret etmiş dayı ve benim hakkımda çok efendi çocuk ve çok iyi çocuk yetiştirmişsin demiş annaneme. İşten dönüşte, yetişemediğim dayımın bu lafını gözleri dolarak bana anlatan annanemin yüzüne utançtan bakamadım ve içimde yine kırgın bir gurur vardı. Bu da benim için tarihi, orgazmdan zevkli anlardan biriydi sanırsam...

Ama şunu fark ettim, pek rakı masası adamı olan blog, dedem ve büyük dayım da bir sıralar genç olmuşlardı ve onları o halde şimdiye kadar hiç düşünmediğimi farkettim. Yoksa nasıl düşünüyordum onları bilemiyorum, ama bir mit'imi daha yendim; hakeza ben bu adamları Benjamin Button gibi düşlemişim, yani yaşlı doğmuşlar ve gençleşmeleri bu rakı masasına kadar rastlamamış bana, hey gidi koca kafalı ayna aksi, hey...

Aslında bu tür kabullenmelerim beni hayatımın çok yerinde vurmuştur. Bir keresinde, hayatımda en sevdiğim diyeceğim, hatta annesinin bile benim kadar sevdiğine bile tereddüte düştüğüm kızı, bana ben yanlış yaptım, sen X'ten daha yakışıklıydın, demesine rağmen onu hep karşıdan sevmiş ve kendini hep böyle platonik konuma koymuş biri olarak yanıtsız bırakmıştım. Sanki benim sırça bir köşk'üm varmış ve kırılmaya her an hazır ve nazırmışım gibi... Pişmanlık pek tabi, vakti geçmiş, bozulmuş ama nefis bir yemek, hala içimde kanar durur, bu gurur ve aptallık karışımı hareketim... Hayırlar diyelim uğurlar diyelim, ama akıp geçen zaman geri gelmiyor... Hani Ömer Seyfettin'in Penbe İncili Kaftan romanında geçen karakter gibi, ben o aşkı yada onca emeği sadece onun bana o bahşedeceği, bir kaç saniyelik zevke, yada iade-i itibar'a kanarak göze almış ve acı çekmiştim yıllarca ve yıllardır ara sıra. Aşk öyle batıyor ki yüreğe, oynatsan daha kanıyor, yıllar sonra çıkartmadığımda da kangren, sofranız afiyetle yemeniz için konuveriyor, ziyade olsun efendim...

Bazen de kendimi derviş gibi hissediyorum. Hani acı çeken ve bu acıya doymayan, kimine göre Allah dostu, kimine göre ucubik bir sofu, kimine göre ...et pezevengi (Ahmet Kaya reloaded)... Ama bu benim hayat felsefem. Hatta bu gece daha dayımın, 5 yıl önce kaybettiğimiz (benim de çok sevdiğim rahmetli büyük dayım) kardeşlerini annaneme yad etmek maksadıyla ve yine hasretini anlatırken, söylediği gibi, O'nu herkes severdi, bir kimse O öldü oh olsun dediğini duymadım, derken gözlerinde dolan bir yaş da benim hamurumun bir şekilde nerden nasıl kaynaklandığını anlatıyordur, kimbilir... Ben de öyle olup, her sevdiğim kadın yada bir parçamı bırakacağım insanların gözünde manasız bakılan ismi hatırlanmayan bir ışık olacağım ya, olsun bu da yeter, o çocukluğumun hayallerine dalıp çıktığım bir ova karanlığı yalnızlığına...

Hiç yorum yok: