Cuma ve Cumartesi, sadece yatış ve ders çalışmaya çalışmakla geçti.

Bu sabah 6.30 da çalan telefon ile yarımladığım uykumu, 7.10 küsüre kadar sonlandırdım. Giyinmece ve kahvaltı faslını erken bitirdim, gittim heykele ve 48 i bekledim. Yanımda da Cesur Öztürk isimli Türk kahramanın kırmızı ve bana yüz vermeyen yada benim yüz vermediğim kitabı da vardı. Eski tecrübe ve dedemden öğrendiğim kadarı ile yol 45 dakika sürüyormuş, oturur 2 gündür katmerlediğim müşkülpesetliğime nispet eder, bari çalışırım diye yanıma aldım. Ha bu arada, cep telefonunu da kasten evde bıraktım, polis bir acayiplik yapar diye tedbirdi. Ama arabaya binmem zor oldu çünkü tek sınav müşkülü ben değilmişim, ayakta kaldım haliyle. Yol boyu kaçamak çalışabildim, elimin biri yukarıdan demir tutar, diğeri 2ye ayrılmış kitabı gözüme tutar halde, seyre geçtik. tam 50 dakika kala ordaydım, yani üniversitenin iktisadi idari bilimler fakültesi A bloğunun önünde... E işte fırsat diyenlerin ağzından öpeyim de, bana çalışmak sanki romantik bir şarkı gibi sadece dinlemeye nasip hallerde idi, icracı olamıyordum, tembeldim. Biraz yine de, paragraf sorularına baktım, bir kaç ip ucu ile daldım sınava. Aslına bakarsanız şimdiye kadar girdiğim en basit sınavdı, çünkü ilk defa kpds gireceğimin farkında olarak çok çok az da olsa, ona yönelik çalışarak girmiştim. Bundan önceki denemelerimde 74ün üstüne çıkamamıştım, bunun nedeni de, ilk gazla birlikte bütüncül olarak çalışmaya çalışıp, işin sonunda boş ceple, iş bilmeyen çavuşlara öykünüp, burda bahsetmek istemeyeceğim uzuvumu avuçlamam'dı. Paragraf sorularının cevaplarında dikkat edeceğim, hususlar göz önündeyse, gerçekten zaman kaybı bir sınav oluyo

Dönüş yolunda, 48in yolunu gözlerken, bir baktım ki, acayip bir kalabalık; sanırsın, sanki Tarkan imza gününde imzalı don dağıtıyormuş gibi, durağa sığışmış araba bekliyordu. Kalabalığın arasına karışıp beklemeye koyuldum bir süre. Bizim otobüs yolun ucunda gözükmesiyle, o sıra yeni varmış olan başka bir otobüsün durağı kapamasını fırsat bilen bir kısım insan kalabalığı, yeni gelen bizim otobüse hareketlendi. Sabahki enayiliğimin acısını çıkarmalıydım ya, ben de koştum. Ama ne mümkün, gençler acayip cevval halde, atılgandılar, kadın erkek demeden sıraya yükleniyorlardı. Ben ise henüz büyümüş bir kalabalık mensubu olarak, yol veriyordum bayanlara. En son baktım olacak gibi değil; sıradan çıktım, keza otobüs dolmuştu. Arka taraflar boş diye, fırsattan istifade etmeyen bir arkadaşın çığırmalarını gülerek karşılamış ve kendime kaldırımda yer bulurken, bir de baktım ki, arka kapı açıldı. Ama cevvalliğimiz henüz tükenmemiş olmalı ki, zıpkın gibi atıldım ve daldım içeri. Kalabalıktı. Tıkabasa geldik. Ve farkettim ki, ben her ne kadar küçük gösteriyor olsam da, o üniversiteli arkadaşlardan farklılaşmıştım. Artık yaş mı , yoksa başka şey mi diyeceksiniz, bilemiyorum. Hani kendini yüceltme olmasın ama, gözüme baya bir küçük gözüktüler ve hal ve tavırları küçük cüsselerine yaraşır düzeydeydi. Bunlar liseli olmalı diye içimden geçiriyordum ama hepsi de öyle olamazdı. Ben de üniversiteli olmuştum ama korkarım onlar gibi değildim yada çok çabuk sıyrılmış olmalıyım ki, unutmuş gibi gözüküyorum o çağlarımı.

Bu arada üniversitenin yeşilliğini görünce, ulan burda bir sevişilir ki diye içimden geçirmedim değil. Hayır, Saldıray abilik manasına demiyorum, kendimi o kadar doğa ve bayanın arasında, namaza adapte edecek değildim ve biz Sev-Gençliydik hocam. Kahrolsun Patron ve oligarşi, yaşasın aşk. Ulan İzmir, sen bana neler ettin yahu. Neyse unutmalıyım, unutmalıyım, hı hı; sakin, oh geçti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder