Bir yemek pişiyordu sanki ocakta, fokurdarken iştahlanıyordu herkes. Çatal kaşık da yoktu ve o kadar açtık ki, koku ne algılamasak da ağzımız sulanıyordu. Yokluk böyle bir şeydi, açlığa harala gürele giderken elini atarsa kendinle birlikte dibe sürüklüyordu. Bir kırık bile olsa, oral dönemini aşamamış ve herşeyi ağzı ile tanıyan bir bebek gibi, ağzını ziyaret ediyordu insanın. Yüzleri seçemiyordum, karanlığın ışığa bakan yönüydü adeta ve her nedense ben ordakilerin benim gibi aç olduklarını anlıyordum. Bu kör döğüşünden sadece doğruluğunu yargılamadığım algılar ile haberdardım. Yumruklarımın birini sıkıp diğerini açık halde, mideme bastırıyordum. Guruldamalar, sanki 1 haftadır kursağımdan bir şey geçmemişken, çekilmez bir hal alıyordu. Ama sofrada oturuyorsak, sanki oraya sadece orayı şereflendirmek için oturduğumuz sanrısını karşıdakine vermeliydik, göremediğim seçemediğim yüzlere ben de böylece tok bir tavır çiziyordum. Midem bulanıyordu fakat ve sussuzlukla bastırıyordum istifrayı. Sanki, ne yiyeceksem yiyecektim de, bu öğün beni bir daha açlıktan alıkoyacaktı. Yokluğun inanç yönü de vardı çünkü, en dindar insanların yoksullardan oluşan bir aç ordusu olduğunu kavramak, çok da mattah bir buluş değildi kuşkusuz. İnanıyordum, inanmaktan sakınmadan, yutkunuyordum durmadan. Ama dudaklarım kurumuştu adeta, yüzümün de üstü yaralardan oluşan bir şehirin kırmızı tuğladan binalarını temsil ediyordu. Bakmış mıydım yoksa korkularım mı bu fikre katmıştı beni, bilmiyordum, ama bu artık bir milat olacaktı. O kadar nefis olacaktı ya, o kadar da bir tatmini olacaktı. Yaz gelirdi, susardı insan ve buzluktaki suyu içip sussuzluğunun üstüne o buz gibi suyu basmak için dayanırdı ya, benim için de bu yemek böyleydi. Yemek pişerken çıkan tencere ve kaşık sesleri daha da sulandırıyordu ağzını insanın, açlık artık okşanmış lambadan çıkmak için sabırsızlanan bir cin gibiydi, Alaaddin de herşeyden habersiz bir figürandı keza cin, o ne derse desin kendi bildiğini okuyordu. Buharın yüzümü ısıtması ile, bunca açlık ve susuzlukla imtihan olan nefsim, lambasından çıkmak üzereydi. Uzun süredir çölde yürüyor olmalıydım ve burası bir aş evi olmalıydı. Beni bulan iyi niyetli insanlar benim durumdaki insanlarla beni buraya getirmiş olmalılardı. Güneşin de yakıcı etkisi ile görme yeteneğim sınırlanmış olmalıydı. Her ne olursa olsun, bu yiyeceğim şeye ihtiyacım vardı toparlanmak için. Yetmeliydi, kalabalıktık çünkü. Benim yediğimi başkası da yiyecektik ama önce ben doymalıydım. İnsan bu bitkinlik ve yaralı halde iken bile açlığın etkisiyle, kendini bir yırtıcı gibi hissediyordu. Demin açık olan yumruğumu da sıkıp diğeriyle birlikte sofranın üstüne çıkarttım. Önüne kemik atılan bir köpekten farkım yoktu yüzde yüz, ama ben karşıdan kendime baksam da, göremiycek kadar kördüm o an. Aklımda sadece beni bu halden kurtaracak yiyecekler vardı. Buharın yakıcı etkisiyle bana yaklaştığını hissettim, fakat ne tabak vardı ne çatal kaşık. Yemek kokuyordu muhtemelen ama fark etmezdi nasıl olduğu, ben yiyecektim... Doyacak ve kalkacaktım bu görülmeyen ama aç ve sefil insanların arasından. Tekrardan kimliğime kavuşup ait olduklarıma ve bana ait olanlara geri dönecektim. Muhtemelen ne kadar sefil durumdaydım, bu halden de kurtulmalıydım.
Bir tencere vardı önümde. Şükür ki, bu kalabalığın ve çarşamba pazarı yoğunluğunda ilk ben yiyecektim. Ama ne kadar çok yersem beni o kadar doyuracak ve bu sefaletten kurtaracaktı. Demin seçemediğim ama varlığını hissettiğim kalabalık sus pus olmuş beni izliyordu sanki. Benim ne kadar kuvvetleneceğimden ve bu halimden feyz alacaklardı, bu da onlara kalacak bir ödül olacaktı benden. Daha hızlı daha hızlı derken, ağzımdan taşarcasına yiyordum. Hakikaten işe yarıyordu, kendime geliyordum. Demin ki ışıltılı belirsizlik kayboluyordu. Açlığımsa doymuyordu, oburluk halimle devam ediyordum yemeye. Tencerenin dibine değiyordu artık ellerim ve ben hala yiyordum. Karanlık kalabalığın ne yiyeceğini dert etmiyordu, belli ki onlar hep açtılar yada doygundular. Benden aç olsalar onlar yerdi, bu tencere tümüyle benim olmalıydı. Homurtular da kesilmişti, ağzım tadını da anlamıştı yediklerimin: Keskin bir tadı vardı... Ancak o kadar açtım ki demin, belki bir daha yiyemeyecektim. O kadar yemişim ki, artık tencereyi sıyırıyordu ama demin aldırmadığım keskin tad, artık ağzımı doldurur ve içinden çıkılmaz hale gelmişti. Işıltıların gittiği yere sesler de gidiyordu. Keşke yemeseydim bu keskin tadlı şeyi diye geçirdim içimden.
Aç kalacağım ve
bana kalmayacak yada
bırakınca pişman olacağım diye bütün tencereyi yemiştim. Kana benziyordu tadı, ellerimin hızlandığını hissediyordum. Nerdeyse hepsini yemiştim. O an çevreme baktım, boş tencere ve sofrada yalnız'dım.

Nabzına uzandı polisin eli; zayıf'tı. Ambulans ise nerdeyse gelcekti ama geç kalmışlardı. Yoğun trafik yüzünden'di... Hırıltılar ile kan gelmeye başlamıştı. Ağzından kan sızıyordu. Doğrultmaya çalıştı, memur, ama hırlıtıları artmıştı ve nabzı iyice zayıflamıştı... Doğruldu ve sağlık ekibine baktı. Hala görünürlerde değillerdi. Son bir kez daha baktı nabzına. Çok geçti. Bileğini usulca yere koyup, ceset torbasına uzandı eli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder