20 Aralık 2009 Pazar

Yorgun artığı

2 haftalık hızlı ve yorucu tempo sonrası bu yaşadığım ilk haftasonunda çok olmasa da iyi uyumanın tecrübelerinde başarı ile devam ediyorum adeta. Benim uykuyla aramın iyi olması hep işsizlikten olurdu, uyku bana göre hep hayatını yararsız bir yatırım aracına emanet edip, aymazlık etmektir, mecbur kalmadıkça uyumamayı tercih ediyorum. Her neyse, bu haftasonu mecburiyet ile yatıyorum ve yine yalnız, her zamanki gibi. Bir olaylara girişmek de içimden de geçmiyor değil ama, dışarıda öyle bir rüzgar varki, en iyi ihtimal ile bir hortuma binip gezebilir bu havada insan, lodoslama yatıyoruz daha türkçesi.

Film izliyorum, yeni indirdiklerimden... Dizilere başlamakta imtina ediyorum nedense. Ha bu önemli bir mesele değil ama kendimde gördüğüm ve üzüldüğüm bir mevzu olmaya başladı bu 'tarafsızlık' halim. Hiçbir şeyi gerçekten ister, gerçekten bedel ödemeye hazır bir halde değilim, en basitinden elime bir kitap alıp bile okuyamıyorum. Gecem gündüzüm iş ve bilgisayar oldu. Dün gece, bu acayip rüzgar veyahut fırtına yüzünden giden elektrik ile fark ettim sessiz kalan evde; bunu, sadece vakit geçiriyorum. Allahtan indirdiğim filmler abidik gubudik filmler değil de, kültüre yatırıyoruz birazcık da olsa o 'boş' zamanı. Asıl konuya dönersek, çok hızlı dönen bir gezegen gibi oldum atmosfersiz, üstümde ne varsa savurup atıyorum adeta. Umrumda değil kaybolduğunu sandığım zaman, bundan biraz şikayetçiyim attızatında. Takmıyınca hayatı da olmuyor, bir arasını bulmak lazım artık. Eskiden ya bugünler boşa geçiyor, bu hayatım neden boş bu kadar, türü kaygılar içerisinde o anımı harcamakta arardım kaygılarımın çözümünü, artık esamesi okunmuyor çok şükür de, tam tersi olmakta, gamsız ve hiçbirşeysiz gramajda hafif bir hayata yelken açtık galiba. Her konuda kendini geliştirmeye çabalayan ben gitti, ya bırak allasen adamı geldi, oturdu koltuğuma. Bu kaygılarımı boş çıkartmayı görev bilirim, pek dertli blog.

Her neyse, bir kadim dostumun istemeden tavsiyesi ile belgesel indirip izledim, ki 3 gb'lık bir şey ve her yerinden kalite akıyordu. Konuda tam istediğim gibi olan yırtıcı kedilerin, ki onların en nadiri ve en çekingeni olan leoparın hayatı idi, 2 günde izledim çok şükür. Bir şeyi tam anlamıyla izleyeyim bitireyim, kaygısının olmayışı 2 güne yaydı evet ama bir yandan da uzun 1.5 saati buluyordu. Ama asıl bana kattığı, verdiği keyfin dışında, hayvan dünyasının ne kadar istisnalara açık olduğunu göstermesiydi. Kısaca özet geçersek, babun denilen şebekler ile bu leoparlar, iki ezeli rakip gibiler ve birbirlerini buldukları yerde boğmaya programlanmış durumdalar. Ama belgeselde konu aldıkları leopar, annesini yakalayıp parçaladığı babunun yavrusunu, bir kısa süreliğine de olsa, kıyamadan sanki evlat edinir gibi uyutuyordu. Hani bazen oturup ahkam kesiyorum ya, işte hayvanlar hata yapmazlar, onlar sadece kurulu olan düzenleri gereği davranırlar diye, hayır bilakis bu kapaklık hareket ile bu yanlışımı yüzüme şaplak gibi kabul ettim.

Kendi bilgiçliğim bazen böyle ölüm kuyusu oluyor bir sürü yeni öğrenilecek detaya, usül ve adaba. Ben sürekli konuşan gözlüklü bir bardak sıkılmış belgesel olarak, hayatı çözmüş rollere soyunuyorum, haddime olmayaraktan. Oysa ne çok zamanım var daha bu sıralarda, öğrenerek, kalemle yoldaş olacağım kaç satır daha var ve dilim silse keşke söylenmişleri...

Hiç yorum yok: