12 Eylül 2009 Cumartesi

Bir Cumartesi

Arkadaşım, bebişim, hatta ayandaki sevimsiz suratım, saat 16ya varanda uyanılır mı, he canım?... Günün beti bereketi, dağa kaçıyor haliyle. Bir uyanıyorum evin hali bomb.k ve ben arkadaşın istediği dizileri geceden beri indirmişim ve yüklemek üzere yolladığı flaşları aras kargoya yollamış olacağından, Nalbantoğlu'na uzanmak geldi aklıma birden. Benim meşhurdur, sorumluluktan kaçmam. Sanki başkası kirletmiş evi, bu kadar zamandır da başkasının toplaması gerekiyormuş da, o kişi bu zamana kadardır bunu fark etmemiş ve ben ondan bu keşfedişi umuyormuş gibi gamsız şekilde takılıyordum. Bilgisayarın yanındaki camdan perdeyi aralıyıp havanın durmuna baktım: Kapalı ve her zaman içine sarılı olmak istediğim gıpgri bulutlar. Hep sevdiğim ve herkesin bir piç gibi dışarıda bıraktığı damlaların olacağı sokaklara çıkma arzusu ile tutuşan bedenimi, bir şemsiyeyi de suç ortağım yaparak dışarı saldım. Kapri ve pembe tişört dışında, ortama çok müsaittim. Sokağımdan çıkıp caddeye inince, kaçan kalabalıklar ile dolu kaldırımlar ve keşmekeş halindeki trafik... Ben ise çoban değneği gibi olan şemiyeden memnuniyetsiz halde devam ediyordum. Çok değil, 5 dakika sonra bu memnuniyetsizliğim memnuniyete dönecekti. Oluk oluk insan sanki doğru yönde değilmişim gibiydi, üsütme geliyorlar ben ise kalabalığı yaran bir aykırı idim adeta. Yağmur hızlanıyordu, ne kadar şemsiye olsa da, kapri ıslanmıştı. Belediyeciliğin olmadı topraklardaydım ne de olsa, yokuş aşağı bütün sokak ve caddeler havadan geleni aşağıya aktarıyordu adeta. Ben ise Nalbantoğlu'nda saçak diplerine kaçışan insanların aksine hedefine giden güdümlü bir füzeydim adeta. Yokuş yukarı da olsa, suya karşı da olsa yürüyordum. Hedef yerine varınca şemsiyeyi söndürüp içeri daldım, ama ne gelen gönderi sahiplerinde ismim vardı ne gönderenler listesinde adı vardı arkadaşın. Şüpheye düştüm acaba Heykel şubesine yollamamış, Bursa'nın bir başka bir şubesine mi gitmişti gönderi, diye. Çünkü bana Bursa şubesine yolladım demişti. Telefonla aramak abes geldi o an, eyvallahı çekip şemsiyeli gezintime devam ettim. Dışarı çıkınca bir hedeften yoksun olduğum için artık ıslaklıktan çekiniyordum anki. Bir saçağın altına sığındım, ama saat de işliyordu öte yandan; niyetliydim, daha yemek yapıp bulaşıkları yıkayacaktım, alış veriş de vardı sonra. Aklıma gelen ile hedef belirmişti ya, yola koyuldum. Ama nasıl bir yağmur yağıyorsa, beni videolamaya itti. Mp3 dinlediğim ve kulaklık kablosunu tişörtün içinden geçirdiğim için, sol cebimden çıkarttığım telefonu tam yukarı alamıyordum. Bir elimde de şemsiye olduğu için, hem de acele eden bir adam olmaktan ötürü, adımların karışması doğaldı. Öte yandan da, her bir yandan akan su kütleleri içine dalmak istemiyordum, ayağımdaki spor ayakkabılara da güvenmiyordum, cılk suydu zaten o an itibariyle. Mazallah ayakları üşütürsem, böbreklerim gece boyu biz burdayız diyeceklerdi sahiplerine. Her neyse, böyle ceylan gibi sekerekten kuru yerden kuru yere iniş yapmak üzere iken, kayıp düştüm bir ara. Olur böyle dedik yola devam ettik. Ama ada arası sokaklardan, mümkünatı yok ayakları koruyamadım, Allah'tan böbreklerde bir atraksiyon yok şimdilik.

Bu arada arkadaşla söz konusu saçakta yaptığım görüşmede doğrudan iş yerine yolladığını söyledi, bu da boşa yaşanmış bir macera olarak tarihe kazınmış oldu böylelikle, afferin bana.



Hiç yorum yok: