Derken bu zayıf anımın ve bir yabancı olarak bana yardım eden bu arkadaşla muhabbete
başladım, adetim olmadığı üzere. Havadan sudan derken bana nerde oturduğumu ve İzmir'e neden gittiğimi sordu ve akabinde okul ve İzmir yaşantımı. Anlattım anlatmasına da, yüzündeki o gülümseme devam ediyordu. Sanki bana her Türk filminde yaşanan, yıllar önce kaybedilen kardeşin bulunması sahnesini canlandıracak gibiydi. Meraklandım haliyle, o kimdi neydi neden gidiyordu acaba, diye. Anlatmaya başladı: O yeni tahliye olmuş bir mahkumdu. 1993 yada 92 yılında bir eylem yüzünden içeri girmişti. İzmir'de Dokuz Eylül'de eğitimi yarıda kalmıştı ve oradaki arkadaşlarının yanına gidiyordu... Hayatımda ilk defa böyle bir tecrübe yaşıyordum. 11 yıllık bir serüven sonrası, yeniden kaldığı hayata devam edecek biri idi ve onca pis onca zor tecrübeden sonra, sanki cehennem hayatını tamamlayıp cennete geçen bir günahkar gibi, yeni hayatının ilk adımı bile değil; apalamalarındaydı. Derken anlatıyordu, ama neler neler... O anki ekonomik durum, gelişmeler, gündem ve onun umutları. Çok bilgiliydi ve her anlattığı ayrıntıda onun bunların altlarını karıştırdığı belli oluyordu adeta. Ben o sıra hapiste değil, dışarıdaydım ve iktisat okuyordum ama onun kadar bilmeyi geçtim, anlattığı konuların n başlıklarının ne olduğuna bile yabancıydım. Sosyalizm yada yitik bir düzenden değildi bahsi, değişen şartlar ve ülkenin düzelecek olmasıydı. Bana ismini hatırlamadığım ve soyadının Sabancı olduğunu hatırladığım bir bayanın bir iş dünyası dergisinde yayımlanan yazısını okuyup okumadığımı sordu ve olumsuz yanıtım üzerine, bu yazar kapitalistin görüşüne göre, değişecek ve suya kapılıp gidecek bir köhne düzeni anlattı. Avrupa Birliği ve değişen zamanın insanları değiştireceğini ve bürokrasinin yıkılacağını söylüyordu. Aslına bakarsan, bunların hepsi şu an hesapta herkesin istediği şeyler. Ancak değişimler hele böylesi; devrime dayanan farklılıklar, genellikle insanları korkutur. O bakımdan sessiz kalıp, bozuk düzenin yanında olmasam da, nötr olarak sadece dinledim onu. Ne de olsa, benim de mezuniyete 1 yılım kalmış ve iş umudum hiç mi hiç yoktu. Neden okuduğumu bilmeden, rotasız, sadece gitmek için giden bir gemi gibiydim, ne görünürde bir liman ne rota... Bir keresinde bu soruma, başka birinden bir cevap almıştım aslında ama beni doyurmuyordu. Yurtta 2 oda yanımda kalan Barış isimli Coğrafya bölümünde okuyan arkadaşın neden okuduğuna gelmişti bir gün muhabbet, öğretmen olma şanslarının olmaması dolayısıyla da önünün kapalı olması dolayısı ile neden okuduğunu sormuştum, o da bana sadece bu deneyimin bile yeterli olduğunu söylemiş, üniversiteli olmanın onun için yeter bir zahmet nedeni olduğunu söylemişti, hak vermiştim-ama dediğim gibi kendi kendine o elbiseyi giyemiyordum, yakıştıramıyordum; keza hayat beni beklemiyordu-birşeyler yapıp bir an önce hayatımı kazanmalıydım. Her neyse, bunca güzel muhabbet sonrası ona içerden ilk çıktıktan sonra ne yaptığını sordum. Bana kumsalda denizin çıplak ayaklarını yaladığı bir yürüyüşten bahsetti ve bu onun en özlediği şeydi; bunca yıl içerde içinde yetiştirdiği. Anlatırken halini tasvir edemiyorum, blog, kusura bakma, ama elmas gibi parlıyordu yüzü...Yol uzundu, ama muhabbet muhabbeti açıyordu. Derken Manisa bitmiş, Sabuncu Belini tırmanmış ve İzmir'in alüvyal olduğunu tahmin ettiğim deniz ovasına inişe geçmiştik. O konuşuyordu ama ben her seferinde, bakıp altın tanelerine benzettiğim ve İzmir isimli kim bilir kaç insanı koynuna almış bu kadına nasıl yakıştığını betimleyemediğim ışıkları izliyordum, akisleri de renkli fotokopileri gibi denizde de yüzüyordu, bir bölümünün. Limanı olan kentler hele ki İzmir, bu görüntüsüne bile ne orduları peşinden sürüklemişti, hey gidi koca Homeros...
O sıra çalan telefonu ile irkildim ve uyandım bu sarraf hülyalarımdan. Konuşuyordu ve eve geleceğini söylüyordu X arkadaş'a.. Bu söylemi ve diğer arkadaşlarını da sayması ile, onun tekrardan aynı aktivist hayatına devam edeceğini anladım. Aslında akıllanmak yada uslanmak demeyelim ama belki bir daha boylacaktı aynı hasretleri bu sürecin sonunda. yeniden gidip gelecekti derslere ama eylemlerin içinden derslere katılarak yada katılmayarak. Ve hala umutlu konuşuyordu, sabıkası yada geçmişi ona karşı ne yapacaksa yapsın'dı, o yeniden kuracaktı her şeyi... Sonra ben Manisa kavşağında indim elini bir daha sıkamayacağımı bilerek ve gönülsüz ve yalan da olsa görüşürüz iliştirdim dudaklarıma. Sonra bir arkadaş televizonu taşıdı, ben de sevgilimin elinden tutup yola devam ettim ardından.
Benzer bir tecrübeyi ben de, terhisime yaklaşan tarihlerde yaşamıştım ve burnum fena sürtmüştü. İnsan bile bile de olsa umutlanıyor be blog, hacivat ve karagöz oyunu izlemek gibi sanki, ama onlara kaptırmadan da kendini, gülünmüyor. Bazen düşünürüm acaba biz mi gölge oyuncusuyuz yoksa izleyip yıllardır gülüp ağladığımız hayat mı; garip bir paradoks bu...
Ama her nasılsa diyemedim, birşeyler söyleyemedim işte. Bunca umuda, gerçekçi iplerle asılmak bana doğru gelmedi. Kendime de aynısı yapmıştım, uyandıramamıştım o nöbet hayallerinden kendimi ya, aynı hesap işte. Kıyılmıyor işte, lanet olsun. İnsanların bunca istekli olup, bunca acı sonrası bir kere daha umut yetiştirmelerine bir şey denemiyor. Voltaire demiş ya, Umut kalmadıysa intihar bir vazifedir, diye; almak istemiyorum bu yüzden insanların ellerinden o anki oyuncaklarını. Ha ben de oturup onlarla oynuyorum bir süre, kalkıyorum yanlarından sonrası, o oyunun benim için değil onlar için olduğunu fark ederekten. Hepimiz oyuncuyuz bu hayatta, buna kabul, ama oyunun figüranları olup her senaryoya güp diye atlayınca, kaybedenlerden oluveriyoruz işte. Dost yüze güler, gibi oluyor durumum, ama diyemiyorum ki, bu yol yol değil ve sen aynı şeyleri yaşayacaksın, diye... Halbuki hesap basit:
x+ y+ z=h
h'ın yani hayatının değişmesini istiyorsan, denklemin verilerini değiştireceksin. Her malzemesi ve bileşeni aynı olup da, tadı farklı olan bir yemek yok maalesef. Ama nasıl söylenir bilmiyorum da; her deniz yüzülmeye değer, keşke bu hayal kırıklığı sonrası deniz suyu kırmızıya dönüp kendi kendine kan bağışı yapmasa insan... Kulaçlarını kendine değil-geleceğe salla, denemiyor işte.
Uyanmak lazım, ama uyandırma servisi kıyamıyor. Keşke sen kendine kıysan be canım, ha... Yakışıksız belki ama affet blog: Belki boğazın seviliyor, kaşınıyor sanıyorsun ama belki tekbirle biraz sonra çalacaklar boğazına bıçağı. Yalan da olsa bir sebep olmalı, o sebebi de alınmamalı insanların ellerinden. Ama ben bu işin sonunu zaten tahmin etmiştim denmiyorsun, be blog, denemiyor. Keşke koyvermese ve düşünse biraz.
Uyanmak lazım, ama uyandırma servisi kıyamıyor. Keşke sen kendine kıysan be canım, ha... Yakışıksız belki ama affet blog: Belki boğazın seviliyor, kaşınıyor sanıyorsun ama belki tekbirle biraz sonra çalacaklar boğazına bıçağı. Yalan da olsa bir sebep olmalı, o sebebi de alınmamalı insanların ellerinden. Ama ben bu işin sonunu zaten tahmin etmiştim denmiyorsun, be blog, denemiyor. Keşke koyvermese ve düşünse biraz.
Uyan-son umut sensin
1 yorum:
diger yazıyla baglarsak, ya yuzlesip ya kacmak..
fonksiyon da iyi hos da yemekteki tuz belki bu sefer kaya tuzudur(?)
bilmiyorum..
7uyurlar magaradan neden cıkıyorlar ki. uyanıs ayrımına dusuyorsak acıyla soyluyorum ki gun hic aymasa..
ama buyuk bir ukalalıkla diyecegim sudur ki biliyorum gunes ben im ... ve kaos gibi.
Yorum Gönder