3 Nisan 2009 Cuma

Tatilmiş ve baharmış

Ah be blog, ele ayağa bürünsen de, gelsen şu sokakları şu doğayı benle bir tartsan. Dönüp, dediğin kadar varmış diyeceksin. Manzara ve doğal olaylara olan dikkat, yalnızken daha pür oluyor, kallavi oluyor yani. Kulağında müzik ile kafanda o ana, bir klip yapıyorsun. Bloga koyduğum çoğu klip bunla oldu, oluyor, şekilleniyor kafamda. Eskiden, yani kendi yapıtlarıma önem vermediğim zamanlarda, bunları unutulacaklar listesine alıyordum. Kendime inanmıyordum sanırsam, bir zaman sonra, zaten bende kalmadı ve sana ve büyük ve hep aynı yaşta kalan kardeşine döktüm herşeyi.

Halbuki her cisim bir yer kaplar, her cismin bir kütlesi var bu değişmez bir özellik. Ne kadar yok saysan, o kadar daha var-kendini kandırmaktır. Bir zaman sonra kendine dair birşey, bir özellik; her ne varsa, kestiğin biçtiğin kadarını misli ile sana iade ediyor hayatın.

Yalnızlık paylaşılmaz, derler ya ben o kadar karamsar değilim. İçimde ne dönüyorsa, sana anlatıyorum bir bir. Bu beni yalnız yapar mı, burası tartışmalı. Kim kime ne döküyorsa, karşısındakini ondan yapıyorsa, karamsarlık ve dolayısıyla yalnızlıktan demlenmeye devam ettikçe zenginleştiriyor beni. Her nasılsa, hepsi unutuluyor.

Yenilikler var hayatımda. Misafirlerim var pek benden, pek ev sahibi blog. Aylar önce yalnız kalıp gidişlerine üzüldüğüm annanem ve dedem tekarar bendeler. Artık eve geldiğimde televizyon açık, yemek yapılmış, her yer düzenli olacak... Hep eve gelip de, kah yaptığım kah üstünde durmadığım ve sıpıtıp kenara attığım yüzlerce farklı denklem çözülmüş olacak. Hadi bunlar maddi bir kaç unutulacak satır arası, ya duygusallık boyutu?.. Her eve geldiğim de yeniden, yemek yap ve televizyonu aç-tabii ntv ve yorum farkı kullaklarımda, sonra tekarar otur bilgisayar başına, hey hey ki ne hey... Pek tercih edilir değil gibi, ama kabullenilmiş bir yaşam tarzıydı. Özlemem inşallah ki, yerine tekrardan oturtmam ve onla barışma faslım uzamasın.

Her gelen gidiyor demek bu bakıma, devam etmek biraz zaman alıyor; itiraf etmeliyim. Hatta bir keresinde bir film izlemiştim, onun öyküsü gibi. Filmde bir ama'nın hayatını anlatıyordu, yıllarca ameliyattan, ameliyata koşuyor ve yine kör kalıyordu. Film aslında orda başlıyor ve esas kızımız, ben bunun çözümünü biliyorum diye adamın hayatına dalıyor ve geçici bir kaç umut ve yine ameliyatla başarısız oluyordu. Adam buna muhtemelen çekip giderken bir kaç tarihi laf ediyordu, hatırlamıyorum ama bendeki etkisi göz yaşları ve sosyalizm isteği oldu: kesin bir denge. O an gelse istese, elimle gözümü çıkartır onla paylaşırdım, be blog. Asıl olay sonrası olmuştu, yaşım 22 ve ben erkeğim ve ağlıyordum, valide kişisi polis gibi odama dalmış ve anlam vermeye çalışıyordu o halime. Peder kişisi yeni çıkmıştı yurtdışına ve onu özlediğime yormuştu, oysa ben hala ağlıyordum, onun beni teskin etmeye çalışır mizahi yaklaşımı sırasında bile... Eşitlik inancı yada azmi, öylesine yormuştu bana fazla olan gözlerimi. Zaten çoğu devrimci de şuan iktidar yalakası gazetelerinde, ondan dolayı biz eskiden çok devrimciydik ve vazgeçtik diye cik cikliyor, olmalılar...

Her neyse, elbette bana birşeyler katacak bu süreç. Hayatı hep tekdüze yaşamaya alıştırdığım benliğim belki biraz disipline olur. Alışmak tehlikeli bu bakımdan. Hatta yine aynı devirlerden hatırlıyorum, benim üniversite maceramın kocaman bir deplasman olması ve pederin yurtdışında olması annemi tek çocukluğumdan ötürü, yalnızlığa alışması sonucunu doğurmuştu. Geceleri geç vakitte evde dolaşırken hatta hırsız var evde deyi, kafayı yorgana gömermiş başta, sonra biraz düşününce hatırlarmış benim o haftasonluğuna onu ziyarete geldiğimi... Evladın yahu boru mu, diyeceğim de, haksızlık olmaz mı be blog... İnsanlar çok çabuk alışmıyorlar nitekim ben 2000 eylülden beri hep deplasman takımıyım ve artık her yer öyle benim için. Yabancı hissetme süreçlerim en alt devirde, hemen gittiğim kente alışma yoluna giriyorum. Sancılı ve zor ama gittikçe kısalıyor o sürecim.

En azından erken yatma sürecine gireyim biraz. Evde kimse olmayınca, yani sosyal bir boyutu olmayınca her kural yavan kalıyor. Kural cemaati kalabalıklaştıkça manalı yada manasız, tek başına ise, yok ile vaki. Ne kadar şöyle yapacağım böyle yapacağım diye attıp tuttuysam, sanki bilmem kaç km süratle giden otomobilden tükürüp; akabinde Yarebbi şükür çekme deneyimi gibi, tedavi sonrası ılıman bir kedi oluveriyorum. Halbuki ne gerek var, ne lüzum var, normal başla normal bitir yada yönet herşeyi... Hayal kırıklıklarımı da bu bozuk, gaza gelir benliğime de yıktım ya, an itibariyle kuşlar kadar özgürüm; sorumluklar yok, buz gibi deniz...

Hiç yorum yok: