Ne diyordum; uykusuzluk yaman şeydir. Militarizm kokar gibi olan bu anımı da tüm sevenlere, adıyorum efem( her ne alakaysa... Aşk olsun öteki ben, dijey gibi olmuşsun, çile dolduruyorsun sanki, ehi); o gün kurye günüydü ve ben yaklaşık 160 km yol ve 5-6 km yürümüş bünye olarak, arka nizamiye nöbetine isyankar bir tüfek sahibi olarak yazılmıştım. Hani Hakkari Hakkari olalı böyle zulüm görmemiştir diyen klasik müzik düşmanı dayımızın, daha bir insani yanı olan bir serzenişteydim. Çünkü saat 5.00 kalk, 7.00'de içtima, ardından giyin sivilleri ve 9.00'da arabada ol, ondan sonrası zaten uzun tantana. Bu kadar yorgunluk bir insan için, anormal düzeyde yahu. Her nasılsa, 2 saat ayakta çapraz tüfek bir de hücum yeleği ve 3 adet dolu şarjör, ki, toplamda bir 15 kg.'ye tekabül eder, bir asker ile insan arası organizmaya, ne yalan söyleyeyim; fazla oluyordu... Tabi kaderine boynunu eğmek, bizzat ben tarafından uygulanmış ve askerlik anısı olarak anlatıl-a-mayacak; fakat herkesin köpek gibi bildiği bir husustu ve husustur. Neyse efem, bir gün böyle en uykulu bir halimdeyken giyindim onca ağırlığı ve nöbete çıkmıştım. Bu arada nöbette uyumayı gururuma yediremediğimden ve beklemenin sevap olduğuna dair inancım sayesinde veya yüzünden, inat ediyordum her türlü yorgunluğa... Her nasılsa, uyku o gün işgal etmiş ve biriken yorgunluk beni iyice sapır sapır döküyordu. Helikopter pistinden bozma arka nizamiye denen voleybol sahasının çevresinde dört dönüyordum ki, uyku çeksin gitsin en azından 2 saatliğine. Ama ne fayda, 45 dakika dayansam da, ondan sonrası iyice çaresiz kaldığım anlara tanıklık etmişti. Uyku daha bastırdıkça daha hızlı yürüyorum, bildiğin hızlı adımlarla hem de... Bir ara, fark ettim ki ben zaten uyuyordum... Her gözümü kapayışta, hatta bir üstçavuş'u görüyordum rütbelilerden. Bana bağırdığını fark ettiğimde, bunun bir uyku sarmalı olduğunu anlamıştım. Ya uzay-zaman düzeni kıvrılıp beni de eğiyordu, yada bu kötü bir şaka olmalıydı; ancak ne gezer; bunlar büsbütün bir gerçekti. Ben ayakta uyukluyordum hem de yürürken ve tam tehcizatlı bir halde.. Ah ah. Neyse, nöbeti çapaksız, horultusuz bitirmiştim ama sonra ne olmuştu, gönül bundan bihaber be blog...
Her neyse, o dünde kaldı, bugüne dönelim. Bir kaç gündür, öğle tatili denen hadiseyi, evde geçirmeye başladım. Sıkıntı veriyordu, aynı yemekler, aynı yerler ve tabii aynı eylem; yemek yemek. Ben de 2 gündür, bulaşık yıkadım ve çamaşır serdim eve gelerekten. Tabii işyerine dönerken de elime favori besinim olan, yeşil elma ile gidiyorum. O yolda benden ayrılıyor kısmen ama, gerçekten kendimi çok daha hissediyorum. Ne bir uyku ne bir ağırlık, fıstık gibi kaldığım yerden çalışmaya devam. Rehavet insanın en büyük düşmanlarından. Kendini doyuracağım ayağına, biraz daha karanlığa gömüyormuşuz kendimizi, ben onu anlamış durumdayım. Ne kadar sürdürülebilir bilmiyorum ama denemeye değer.
Bugün bir başka arkadaşımızın, tayin olayının onda yarattığı yüksek hayal düzeyi ve onun oynamalarını bir kere daha gördüm. İnsanların plan yapıp heyecanlanması hele ki, ona umut bağlaması ve sonra sükuut-u hayal'i hala gözlerimin önünde. Bir kere daha bana kanıtladı ki, insan kaçmamalı, kaçsa da umutlarını kaçmaya bağlamamalı. Çünkü en çok kendinle kalıyorsun ve ondan kurtulamıyorsun. Şahsen ben de, İzmir'de çalışıp şuan kazandığım parayla yaşamak isterim ve İzmir benim için haşhaşilerin Alamut kalesi gibi'dir. Ama sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa, zihniyeti, sağ ayağını sertçe yere vurarak saate bakaraktan beni bekliyor, hayallerimin yanı başında... İlla illa, istediğin yerde olamıyorsun, herşeyi istediğin yerde yaşayamıyorsun. Hayat pekala, seni zorluyor ve sen bu senaryonun baş rolündesin, ister yönetmen oluyorsun anahatlarına sadık kalıp senaryonun, bir ihtimal de her figüranın peşinden koşturan 2. sınıf bir dublörü oluyorsun kendinin... Hayat seni beklemiyor, maalesef. Ah tecrübesizlik diyorum ya, benim de burdan nerelere uzanabilir ki tecrübelerim...Hepimiz birer öğrenciyiz, yaşımız, tecrübemiz farketmiyor. Sakin ve derinden devam etmeli açıkçası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder