26 Mart 2009 Perşembe

Farklılaşma

Dün yoktum bildiğin üzere sayın blog. 2 neden vardı bunda, birincisi güzel olanı: Şöyle ki, 2. kaynaşma yemeğimiz ve tabi sosyal aktivitemizi yaptık. 9 kişi yaptık kalabalığı ve sonrası tiyatroya aktık. Sanırsam profesyönel manada, ilk tiyatro deneyimim olabilir bu. Çocukken götürmüşlerdi sanki, utanç verici bir durum bunu biliyorum, ama ilk olabilir. Yurtta gitmiştim sanki hebele hübele, neyse asıl konumuza dönersek; dün Deliler Bayramı isimli bir tiyatroya icabet ettik. Bursa Devlet Tiyatrosu AVP sahnesindeydi ve biz de ordaydık elbet. Ayarlayan arkadaştan aldığım istihbarata göre Devekuşu Kabereden uyarlama bir oyundu. Aslına bakarsan, başta korkutucu bir durumdu bu. Hani Metin Akpınar ve arkadaşları gibi ağır tiyatroculardan tanınmış bir oyundu, elbetteki kim oynasa üzerinde sırıtacaktı bu eser... Neyse gittik oturduk kızlı erkekli, izlemeye koyulduk. Önyargı devşirmiştim ya hakkaniyete erişmişiz; biraz sıkıcı olduğunu farkettim. Ama benim şu vicadan denen şeye her zaman ihtiyacım vardır ya bu sefer fazlası vardı blog, olumsuz düşünmedim çıkarken. Çünkü kolay sanılsa da, komedi zordur, hele gülmeye doyan bünyeleri yeniden ateşlemek, mucizevi bir eylemdir. Yani amatör değillerdi mutlaka, fakat ben oyundan beklentimin altından birşey almadım. Sadece biraz uzatılmış ve 2 saate yayılmış'tı. Biraz daha özet ve kısa bir oyun daha iyi gider. Mamafih, kötü bir deneyim değildi.

Oyun sırasında da, dikkatimi bir başka şey cezbetti... Bir güvenlik zabiti gibi giyinmiş bir abla, volta çeker gibi dikizli gözleriyle çiftlere zoom yapıyordu... Tehdidvari bakışları ile, çok sarılan varsa, onları ürkütüyor, ayırıyordu. Bir bakıma bana komik geldi bu durum. Düşünsene blog, insan denilen varlık, her hareketini ayarlayabilir bir varlık değil ki. İcabında ağız dolusu gülerken sarılırsın da, öpersin de. Bu gönülle yapılan bir eylem çünkü. Tamam suyunu çıkartmamak gerekir, orası 70lerin edebi gücü yüksek filmlerinin oynadığı sinemalardan değil, kabul, ama ne bileyim, abesle iştigal değilse sadece öfkeyle iştigal ediyor bu durum benim nazarımda... Hani; ben camı açık bırakıp gittim ve suçluyum, içeri giren hırsız, hiç mi suçlu değil dediği Hoca hikayesine benziyor bu ironik önerme ama ne böyle tiyatro olsun ne de bu tür ihtiyacını tiyatroda gideren çiftler olsun, be cano. İkisi de herşeyi yapaylığa çalan bu ülkede, bir kaç yüzyıl alacaktır, korkarım.

Bak öyle filmler dedim ya, aklıma kimselere anlatamadığım bir anım geldi aklıma... Ortaokuldayız, yeni bıyıkları terleyen bir çocuğum o sıra. Kızların yani karşı cinsin, dalga geçilmeyecek ve belki sevilecek birer muhatap olduğunu yeni yeni kavrıyoruz haliyle. O sıralar çocuk masumiyetimizin hakim olduğu şehre tabiiki ilk olarak, ağır silahlı akıncılar girmişti. Muzır dergiler ve arkadaşlardan dinlenilen bel altı muhabbetler ile değişime bayrak sallıyorduk adeta. Ama ne yalan söyliyeyim, ne bir ilişkim vardı ne de bir kız yada kadınla o tür münasebetim olmuştu henüz, tabii çocukluk aşkları ve arka tarafta acemi dudaktan tecrübeleri es geçersek(-ki geçelim; unutmak istiyorum, sadece komik çünkü). Erkek cinsinin görsellikten kadınlara göre daha kolay etkilendiğinden bahseden bir yayın okumuştum, hakikaten öyle olmalı ki, bir gün benim gibi fırlama bir arkadaşla öncesi günden konuşup o gün okuldan kayıp, kentteki o tip filmler gösteren Emek sinemasına gitmiştik. Türk filmi illa illa olurdu o tip sinemalrda ve şans eseri biz onun sırasında girmiştik içeri. Filmlerden yarım yamalak tanıdığım artistlerden bir kaçını, o tip bir maceranın içinde görmek hem garip hem de heyecan vericiydi. Çünkü cismin 3 boyutu da vardı, onlar da haliyle sevişiyorlardı... Ama film öyle bir film değildi, ben bunu sonra anlaycaktım... Konusu ise kısaca şuydu, kadının biri kocası ile mutlu bir evlilik sürerken ve tabii ki seks yaşatılarının en muhteşem oldukları bir anda, Türk kadının korkulu başbelası olan kaynana etmeni yüzünden kocasından ayrılıyordu. Kadın sonra kafayı kırıyordu kaynanasının attığı iftira yüzünden ve akıl hastanesinde alıyordu soluğu. Ve film aslında orada başlıyordu yani, kadının akıl hastanesinden firarı ve tabi 4 tane firari cezaevi kaçkını ile bir metruk eve sığınıyorlardı. Tabii yıllardır kadın yüzü görmeyen bu turkish dalton'lar, bir süre muhakeme ile yaşadıkları vakit kaybı sonrası, başrol oyuncusu ablamızda söndürüyorlardı yılların gece fenerine çaldığı isin karanlığını... Her ne ise, bir mahkumun ilk tecrübesi olması ve hanım ablamızın ona gösterdiği muhteşem muamele sonrası sevgili toy kaçkınımız bir organını Türk Kızılayına bağışlıyordu ve tabi bu kanama sonrası, daltons ,araba ayarlayan diğer arkadaşları(4+1) ile temasa geçip derhal gelip onları ve tabi kanamalı arkadaşlarını ordan kaçırıp Türk tıbbının merhametli ellerine götürmesini istemişlerdi ve o diğer arkadaş da bu gruba katılmıştı tabiiki. Bu kadar zamandır sen de kadınsızsın telkini ve gazı ile, soluğu elleri bağlanmış ve ahırı mesken ettirilmiş ablamızın yanında alıyordu, ama o da nesi'dir, bu abla yıllar önce annesinin iftirası ile ayrıldığı ve sonrasında düşene tekme vuran hayatın etkisi ile cezaevine düştüğü; unutamadığı karısı'dır; aman yarebbi'dir... Bu fecaat sonrası, belindeki silahı çekerek arkadaşlarını birbir imamın ince uzun parmaklarına emanet edip, intihar ediyordu sanırsam ve film nihayete eriyordu. Her neyse, herşeyi şuh ve arzulu halde izleyen gözlerim bunca seks dolu drama sonrası bi garip olmuştu... Yahu orada, ne kadar saçma, ne kadar yapay olsa da, bir dram vardı- biz de ondan nemalanan salak izleyiciler'dik. Sinemadan çıkışımızdan sonra, şehrin üstüme çöktüğünü hatırlıyorum. Arkadaşımla konuşuyorduk haliyle ve bana filmdeki kadının ne hareketlerle daltonları ayarttığını ve onları nasıl azdırdığını anlatıyordu. Bense ağır ve solgun olmalıyım, bana da takılmıştı ne bu halin der gibi... Kendimden utanmıştım, hani abartmak biraz ağır olsa da, hüngür hüngür yürüyordum ağlamaya kaç adımım kalmıştı bilmiyorum, sonrası okul kıyafetleri ile eve varmıştım... Erkeklik bazen şehvet sonrası yaşanan pişmanlık da olabiliyor ve kendi kendine de olsa ilk tecrübeler böyle üzüntü verecek halde olabiliyor, be blog. Affet beni Zerrin Abla...

Hayat devam ediyor be blog. Bu benim favori lafım bu aralar ama herşey aynı devam etmiyor. Ümit bağladığım ne varsa karaya çalıveriyor. Hüzün bulutları bu dağlardan benim üstüme göçmüş gibi oluyor bazen, sıkıntı ve yalnızlık hissediyorum sıra sıra. Sanırsam, ben kendimi oynamalıyım sadece, fazlasına rol vermemeliyim hayatımda, ben neysem hep oydum-hala da öyleyim. Giden gelen varsa, kapıya iyi davransın ve çıkarken hızla örtmesin bu hep içerde kalan saftirik aşığın suratına...

Unuttuğumu sanma ikinci nedenimi; bunca içi dolu, dışı boş hikaye sonrası... Dün eve geldikten sonra telefonda tartışma yaşayıp, yazdıklarımın hiçbir şey ifade etmeyen şeyler olduğuna olan inancımı körükleyiverdi. Biliyorsum kızıyorsun, peki ben ne yaptım diye, haklısın sana haksızlık ettim. Ama saat geçti be blog. Uykuya teslim ettim gözlerimi, sen sağlıcakla kaldın. Sitemlerim yada isyanlarım, duvarlarını yalamadı senle örülü hücremin... Hayrılı oldu bir bakıma.

Herkes gitsin sen kal, yıllar sonra baktığımda yaşama çığlıklarıma yeniden gülerek bakabileyim, olur mu?...(hüzün)

Hiç yorum yok: