Efendim girizgahı uzun ama kendi kısa bir özet maalesef. Şimdi, şöyle ki, yine elde olmayan sebeplerden ötürü, otobüse zor yetiştim. 20 TL günahı vardı, taksi sağolsun. Hepsi bir karmaşa, hepsi birer tesadüf yumağıydı, farkına vardım aceleyle oturduğum ve bir yandanda taksimetreye gaddar gaddar poz kestiğim taksinin arka koltuğunda... Santral garajın hemen altında, yolun Yalova yoluna dönüşmesine ramak kalmışken, solda; kanları yatay durumdaki cüssesini geçmiş bir insan yatıyordu. Bu sefer ben sıvazladım, kaderi ve onun yerinde olmamak için, ne yaptığıma geçici felsefik bir bakış attım. Gözleri taksimetreye takılı ama kafa başka yerde, acılı acılı bakan bir insan oluvermiştim. Kader diyip geçiyorduk ya, hani insanların birşeye kabil olunca hem o tecrübeyi hem de onun için çabalamış kendini bayağılaştırması gibiydi bu tecrübe. Kader ne demekti ve enlemleri boylamları belli ama bizden bağımsız bir müsvette senaryo muydu, anlayamıyordum işte. Ne o asfaltta ilerleyen kanın kızıllığı, ne de ambulansın illa da geç kalacak oluşu, kaderin ne olduğuna ışık tutamıyordu; o neyse neydi belki, şaşıran biz oluyorduk bir ihtimal... Uzun mevzuları kafasına takan bir walkmenliydim vakti zamanında, şimdi ise hayatı dinliyordum, dolayısıyla hayat devam ediyordu; 20 TL verip helalleştik taksiciyle ve hikaye devam ediyordu. Elimdeki kestane şekerlerini, öncekilere nispeten boş çantama tıkıştırdım ve doğrudan otobüse koştum. Çantayı bir kupon karşılığı verip, koşarak WC'nin yolunu tuttum, çünkü ihtiyaca zamanım olmamıştı; yol çetrefilli bir hikayeydi; ben işimi göreyim de, sonrası ne olursa olsun'du. Atladığım gibi otobüse sonrasında, cebin mp3ünü açıp; onu çevrimdışına aldım ve yola koyuldum 45 kişiyle birlikte. Evanescence bana eşlik etti bu sefer ve keyif verdi yine ve tabii yeniden. Ulan Amy, ne işin var da Teksas'ta doğdun ve neden yazdıkların İngilizce, diye az çizmedim böğrümü... Olsa belki kavgaya bile tahammülü olmayan iki yabancı olacaktık ama benim dizelerimi duyursan dünyaya keşke de, çok uçuk kaçık olmazdı, keza kulak benim kulağımdı... Öte yandan, 2 saat geçerken, araba henüz hareketlenirken el çabukluğuyla valideye attığım mesaj yerine ulaşıyordu kuşkusuz, çünkü beni bekliyorlardı terminalde. Öpüştük koklaştık arabaya atladık ver elini ev derken, pedere Lost'u açmıştım. 4 bölümlük benim için sürüncemeli peder kişisi için muhtemelen gizem ve keyfin bir birini tamamladığı bir süreç vardı ki önümüzde, ben maden suyu alayım diye dışarı çıkmak istedim, hava almaktı tabii maksadım. Peder de, gönülsüz gevelerken istediği şeyi, ağzından kopardım sonunda: Yurtdışı tecrübelerinde edindiği biranın kralının efes değil de miller olması ve o an onu isteyişi. Eyvallah'ı çekip kaptım 4 tane ondan, geri geldim yanında aldığım çerezlerle. O 2 birayla sarhoş olma emarelerindeyken ben 2 tane Uludağ maden suyuyla midemi rahatlatıyordum. 4 bölüm bitti sonra bir film açmıştım. Derken o da bitiverdi ve yataklara dağıldık.
Cumartesi günü yalnızlığa alışkın bünyem, dayanamadı 10'da ev sakinleriyle ayaktaydı.
Kahvaltı edip dışarı da aldık soluğu. Arabayla gezdik, Susurluk Outlet'de bir çay ısmarladım pedere ve yağmurlu yolda bir kere daha araba kullandım dönüşü. Önce babanneme gittik ve sonra ordan İzmir yoluna değen sağnak yağışı izledik, muhabbetle birlikte. Bir yandan da teldeki nostaljik şarkıları dinletiyordum halama ve tabi peder ve işittiğini pek sanmadığım babanneme. Yağmur durdu ve biz eve gittik ama pazara uğrayarak örnek evlatlığıma devam ettim. Yük taşıdım haliyle, ama bizim oranın pazarını özlediğimi fark ettim. Tarım kenti'ydi ya yemyeşil ve çeşitliydi... Eve taşıdım yükleri pederle, valide ise evde değildi çünkü bir devlet büyüğü için hazırlık yapılması gereken bir belalı devlet işi için, o sıra görevliydi. Dinledik derken biraz atıştırdım ve valide de gelince okeye 4. kalmıştı... O gün valideye de bir ödüllü film izletip, sonra pedere film izlettim yeniden. Yahu özeti de kendi gibi saçma ama, olay bundan ibaretti. o kentte pek yapılacak birşey yok'tu. Ama onlar memnun'du benim için o yeter'di.Pazar günü de biraz geriden başlamıştı saat 11'di. Kahvaltılı bir pazardı ve biz yeniden yoldaydık gezdik. Geçen sana anlattığım doğduğum ve hayatımın 15 yılına kabil olan yere gittik. Satıldığı için ve satılan aslında bizim geçmişimiz olduğundan, o gün yanından geçerken babamım fabrikanın onun da hayatının uzun bir kesimine hükmeden haline bakışını fark etmiştim. Acılı bakıyordu adeta üşüyen bir sokak köpeği gibi. Ben de bakıyordum elbet hatta acıyla uluyasım vardı da, yol da bana bakıyordu. Şose ve bozuk ve hırpalanmış bol kasisli bir yoldu orası. Dönüşü yaptım ve eve vardık ama eve girmeye niyetimiz yoktu. Gittik şehri turaladık, tabii yayan. Şehir trafiği anasını da alıp gitmemiş, bir siyasetçi yüzünden keşmekeş haldeydi, hayırlı olmuştu tabanway tercihimiz. Miting alanın yanından geçerken arattık kendimizi ve sinir olduk yeniden. Gezik döndük bu sefer miting alanını sanki kurtarılmış bölge gibi hiç kesmeden giden bir rotayla. Kardeşim bana bu devlet zamanında tüfek verdiydi, ama bir tabancayı çok gördüyse, ne arayıp duruyorlardı bu yaman çelişik durumun mağdurlarını. Öldürmek istesem bir yol bulunurdu elbette, ama ne arama emri, ne bir hak hukuk; yalnızca gak guk.. Neyse bu da uzun mevzuydu, ama günün lafını peder kişisine edip günün o kesimini bitirdik:
"Asker eliyle gelen demokrasisi yine 10 yılda bir; yapamadınız edemediniz diye elinden alınan bir halktık biz."
Gülüştük ve bu sefer pazar pazarına girdik. Orda da dolaştık bol gülüşmeli. Sonrası eve yürüdük; güneşli bir gündü. Ve saat gitme vaktiydi, annem huysuzlanıyordu ne bir kirli getirmişti ne de yıkattıklarımı bavuluma koyuyordum. Peder arabayla beni bıraktı otobüse ve el sallaşıp yola koyuldum yine 45 kişiyle... El sallarken hep böyle özlesem ve hep dönsem diyordum.. Hayat ertelemeye gelmiyor, ileriyi kestiremiyor insan. Hoşnutum, sanırsam bu tarihe düşülmesi gereken nottur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder